27 Eylül 2014 Cumartesi

Edebiyatın Ünlü Devlerden Birini Olmak Ister Misin? Sırrı Burada!


Yaratıcı Yazarlığı okumak için, ideal üniversite















Türkiye’de biraz kafadan çatlak oldum galiba.

Geçen hafta, bir gün ben yeni bir Türkçe kitap aramak için Nezih’e dalmiştim. Öyküler okumak istedim. Edebi bir şey olsun ama aynı zamanda komik, kısa bir şey olsun diye mizah bölümünde kendimi buldum. Bir sürü kitaplara göz attıktan sonra, sonunda iki yazarın arasına seçeneğimi sınırladım—Muzaffer İzgu ile Aziz Nesin. Ama bir türlü son kararı veremedim. Hiç düşünmeden, Muzaffer İzgü’nün arka kapaktaki biyografisine göz gezdirmeye başladım. Neyi arıyordum, peki? Amerika’da olsaydım hangi ödülleri kazandığına, eleştirmenlerin yorumlarının ne olduklarına, diğer tanıdığım yazarların onun hakkında ne söylediklerine bakardım, ama hayir. O tip şeylere değildi. Tek bir kriterim buydu—içerde yattı mı, yatmadı mı? Hapisten bahsediyorum yahu. Aziz Nesin’in Emniyet’le bir kaç kere kendi başını belaya soktuğunu biliyordum. Hatta bir güruh onu yakmaya bile kalkmıştı. Unvanı var, yani, o açıdan. Ya Muzaffer İzgü? En az o kadar dertlere sahip çıkamazsa, benim paramı Aziz Nesin’e gider, tereddütsuz!

Artık bir yazar okumaya değıp değmeyeceği karar vermek için kullandığım denek taşı bu oldu. Hiç cezaevine gitmişler mi? Gitmişse, kaç yıl yatmış? Halbuki sanattaki hakiki devler söz konusu olsa ya suikast edildi ya sürgün edilip gurbette erilip öldü ya en azından bir suikast girişimle uğradı. Hiç olmazsa, ona karşı Türklüğe alenen hareket ettiği için bir dava açılsın, bir zahmet.

Ben yazar olmaya çalışan biri olarak, bu edebiyata karşı işlenen şiddeti bir teselli olarak algılıyorum, açıkçası, çünkü ‘Türkiye’de o kadar edebiyata değer veriyoruz ki, sizi öldürmeye bile razıyız,’ demek.

Biraz şaşırtıcı olabilir ama en çok edebiyatı destekleyen kesim bunlar

Bugünlerde Amerika’da bir cinayet işlemek için yeterince yazarlara ve yazılarına değer veren birini bulabilmek çok zor bir iş, bence. Mümkün olmayabilir. Diyelim ki, bir kitap kaleme alıyorsun. Konu bu oluyor--bir vatandaş Başkan Obama’yı en kolay bir biçimde nasıl suikast yapabilir. Hatta son sayfalarında tekrar tekrar ‘Bir de, ben gerçekten yapacağım! Yemin ederim!’ bir psikopatın karamalarla yazsan bile, polis senin telefonunda bir dinleme bile yapmaya tenezzül etmezler. 

Biz yazarları ciddiyete almıyoruz, hiç. Bak, siz yazarlarınıza ‘hocam’ diyorsunuz, biz ‘inek’ diyoruz. Birine ‘ben yazar olmak istiyorum’ demek, ‘ben bir UFO pilotu olacağım’ demekle aynı şey, o derecede. Bizim için, bir ‘yazar’ kendi odana kapanıp, her akşam sarhoş olan işsiz sapsız, baldırı çıplak bir serseri demek. Mutlaka bu yüzden bizimkiler pek yazarları içeriye atmaya meyilli değiller. 

Ama yanlış anlama, bu durum bizim sistemimizin o kadar adalete dayanmış olmasından dolayı değil. Bizim müesses nizamın bu serserilerin ve ineklerin kelimelerinin hiç etkili olabildiklerine inanamamasından dolayındır. Belki bu yüzden, Seymour Hersh halen serbeştçe cezaevinin dişında istediği gibi dolaşıyor. ‘Amerikalılığa alenen hakaret’ eden biri varsa, odur. Ordumuz Vietnam’da savaşırken bir Amerikan bölüğün bir köy sivillerini katlettiğini kamuoyuna duyuran adam odur. ‘Çöl Fırtınısa 2’ esnasında Abu Ghraib cezaevinde bizim askerlerimizin işkence uyguladıklarını teşhir eden gazeteci de odur. Üstelik Osama Bin Laden öldürüldükten sonra İngletere’nin Guardian’a ‘Bu olay hakkında Obama’nın her söylediği cümle büyük bir yalan’ diye iddia eden de odur. Bunlara rağmen, bu adamın adını bilen bir Amerikalıyı bulmak hiç kolay değil. En son zaman yurttaşlarımdan biriyle Seymour Hersh’den söz ettiğimde, benim ünlü Herşey çikolata şirketinin sahibinden bahsettiğimi zannediyordu. ‘Tamam,’ dedi, ‘Çok güzel cevizli gofret üretebiliyor ama onun yazısı ne kadar güzel olabilir ki?’ 

Çok çaba göstersem, belki onu öldürmek isteyen biri bulabilirim. Nazi dövmeli ‘beyaz üstünlük’ adına bir yerli terör grupa katılan delikanlıyı yabancı filmlerinde görüyorsundur, ara sıra. Yeni yeni acemi çaylak olduğu için üst kademelere kendi değerini kanıtlamak için her hangi bir suç olsun ama bir suç işleyeyim diyen biri. Eminim ki, böyle bir tipe bir trol olarak Seymour Hersh’in yazdığı websitelere (evden, tabii) tehditle dolu yorum yazdırabilirim. Ama bir grubun Hrant Dink’e yaptığı gibi kıçını kaldırıp bir pankart alarak eylemi yapmaya ikna etmek istersem daha zorluk çekerim, hatta Aziz Nesin’e bir ayaktakımın yaptığı gibi onun kaldığı binaya ateş vermeye. 

Söylüyorum, ya. Yazarlara değer vermiyoruz.

Amerikalılara karşılaştırsak, edebiyat konusunda Türkiyeliler daha bilinçli. Mesela, Orhan Pamuktan söz etsem herkes kim olduğunu biliyor, yazma okuma olmayanlar bile. Tamam, ilk Türkiye’de öğrettiğim sınıfımda ‘Orhan Pamuk’un kitapları okudum’ ağzımdan çıkar çıkmaz, öğrenciler bana samimi bir şekilde saldırdılar. ‘Hain!’ biri bağırdı, ‘O piçin kitabı okursan sen de Türkiye’nin düsmanı sayılırsın!’ Bir tanesi daha sakin bir ses tonuyla ‘Sokakta onu görsem kendi elimle boğazlayacağım’ dedi. Ama hiç değilse bu yazarın kim olduğunu biliyorlardı! Bizim uluslararası alanda en tanınan yazarımız, yani herkesin onun adını bildiği sanatçı, yani....kim? Vallahi, bilmiyorum. Ben okumayı çok seviyorum, fakat genelde ölü yazarları tercih ediyorum.
Öyle mi?






O zaman bu okula gel!  Dam Sanat Enstitüsü. Bunlar en mutlu müşterilerimizlerdenler.


Bir dakka, Google’de çabucak bir arama yapıp bakayım. Evet, ‘Uluslararası alanda tanınmış Amerikan yazarlar.’ Ne çıkacak acaba? Yükleniyor, yükleniyor. Ha! Meğerse bizim en iyi uluslararası satan yazarımız Daniele Steele’dir. Ama onun romanlarının genelde açık saçık sahnelerle dolu melodramatik aşk hikayeleri olduklarına göre, kendi dili ve edebiyatı seven inekler hariç, hiç kimsenin hatırını kırmaz. Stephanie Meyers da var—Daniele Steele’in kitapların kapaklarında üstü çıplak beyefendileri gebertip, vampir olarak diriltirsen Stephanie Meyers’in romanları ortaya çıkar. Bunu da Orhan Pamuk gibi birine benzetemiyorum. Sırada 3 numara Dr. Seuss’dur—bir çocuk yazarı. ‘Şapkadaki Kedi’yi yazdı mesela. O tekerleme söyleyen otlakçı kediyi neyle suçlayabiliriz? Terör olabilir mi?

Aslında dünyada en 100 popular Amerikan yazarlarının eserlerinin hiç birisi edebiyat olarak sayılamaz. Tamam, sırasında 65inci olan Erskine Caldwell’in romanları ‘edebiyat’ sayılabilir ama Erskine çoktan ölmüs.... Dimi? Emin değilim. Bir Google’le bakayım...evet! Çoktan vefat etmiş.

Başka bir açıdan bu konuya yaklaşayım.

Orhan Pamuk’un Nobel Ödülünü kazandığı için, kamuoyunun dikkati onun üzerine çekildi. Peki, Amerika’nın en son Nobel kazanan yazarı Toni Morrison’dır. 1993 yılında kazandı, 20 yıl aşkın önce. Bayağı zaman geçti ama olsun. Profesyonel bir sosyolog gibi bilimsel araştırmayı yaptım. Yani Facebook’a çabuk bir anket koydum ve inekler olan hariç, sadece bir kişi Toni Morrison’un ismini biliyordu. ‘Evet bir yerde o ismi görmüşüm sanki,’ ablam dedi. ‘Zenci bir hanım efendi galiba.’ Maalesef, hiç bir Amerikalının Toni’ye karşı bir suikast girişiminde bulunmasına kadar yeterince ona değer vermiyor. Adam gibi ona dava açan biri bile yokmuş. Türkiyenin örneğine en yakın olan belki bizim Milli Şairimiz olarak seçtiği Robert Hass’dır. 2011 yılında Wall Street İşgal Et protestolar esnasında sevgili polisimiz direk 73 yaşındaki Robert Hass’ın yüzüne biber gazı sıktılar. Sonra coplarla hırpaladılar biraz. Tabii ki, polisin tarafından hunharca saldırılan bir şairden, beklediğin gibi, harika şiirler sel gibi çıkıyor. 

Acaba bazı Amerikalılar biraz endişelenıyor mu? Yani, yazarlarımız baskısız kaldığı için bizim milli edebiyatımız geri mi de kalacak? Ülkem yardım etmemi isterse, ben bir kaç yazarlarımızı telefon edip, canını tehdit etmeye razıyım. Milli edebiyatımız kendimi adamaya değer bir dava çünkü. Gerçi bu planın geri tepmesini sevmeyebilirim. Yani en son istediğm şey Toni Morrison’un ya Robert Hass’ın bana karşı uzaklaştırma cezasını uygulatmalarını. Benim iyi niyetli olduğumu anlamayabilirler.
Ekmek parası için, beni tehdit et!

Bize lazım olan Kerem Kerinçsiz gibi bir Amerikan modeli. O ortayaşlı avukat var ya? Orhan Pamuk’u, Elif Şafak’ı, Hrant Dink’i ile 40 gazeticileri daha ‘Türklüğe alenen hareket etmek’ ile suçlayarak, 301 maddesinin altında dava açan Türk hukukçu, ki Ergenekon davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarpıtırıldığı için kendisi bir hücrenin dört duvar arasında bir kaç ay yatıyordu (müebbes bir kaç ay demek mi?). Onun gibi birine ihtiyacımız var, evet. Yani bir cadı avı memnuniyetle başlatabilen bir vatandaş, uzaklaştırma cezası mezası boş verebilen bir yiğit. Bizim yerli PEN Yazar Derneği elinden geleni yapıyor. 1971den beri Amerika’nın cezaevlerinde ‘yaratıcı yazarlık’ kursları gönüllü olarak veriyorlar. Ama İnglizce bir deyim var, 'put the cart before the horse' (arabayı atın önünde koymak), yani bir iş tersten yapmak. PEN’in yaptığı şey aynen öyle. İçeriye atmadan önce yazmaya başlamaları lazım, sonra değil. Sihirli sırrı bu. Hapişte yazmaya başlamak tıpkı gemiden atıldıktan sonra yüzmeyi öğrenmek gibi bir şey.

Bu edebi yarışta Amerika Türkiyeye yetişmeye çalışırken, ben ne kadar resmi nefreti uyandırabilidiğine göre Türkiyenin yazarlarını değerlendirmeye devam edeceğim. Benim Türkiye’nin (ve dünyanın) en çok sevdiğim şairi o mavi gözlü dev, Nazım Hikmet. Adam onlarca yıl hapiste yattı ve çıkınca sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Neden? Hükümetin websayfasının bayağı rahatça anlattığı gibi, ‘katledilmekten korkuyordu.’ Türkiye’deki ilk sınıflarımdan birini etkilemek istediğimde, ‘Nazım Hikmet’i seviyorum’ demiştim. Yemek molasında genç öğrencilerimden biri gizli gizli beni kenara çekip ‘O adamın adını açık açık söylemekten dikkatli olsan daha iyi olur’ diye fısıldandı. Süper! Şanslıysam, bir gün sırf benim romanlarımı sevdiği için biri aynı şekilde başka birine kenara çekip, dolaylı bir biçimde onu tehdit eder. İnşallah!

Bir dev daha, tabill ki, Yaşar Kemal’dır. Bana göre, dünya’nın en yetenekli ve önemli yazarlarından biri. Onun yediği baskı nasıl değerlendirbiliriyoruz? Çok küçük bir yaşta başlamış, bu adam. Sadece 4 yaşındayken biri onun gözünü bıçaklayıp çıkartmış. Tamam, meğerse hapiste yalnız 20 ay kalmış, ama 4 yaşındayken biri onun gözünü bıçaklayıp çıkartmış! Üstelik, onun ilk yazdığı iki roman polis tarafından zaptedilip, imha edilmiş. Hiç bir fikrin var mı? Bir roman yazmak için ne kadar sevdanı alınterini emeklerini vermen gerekiyor diye? 

Ama bu Yaşar Kemal var ya. Tek gözlü olabilir ama o göz bin tane adamın gözlerinden daha pek. Hrant Dink’in cinayetinden sonra bir basın açıklaması yapmış, Yaşar Kemal. Bir muhabir Kendiniz adına endişe duymuyor musunuz’ diye sormuş. Yaşar Kemal yanıtlamış ki, ‘Benim umrumda değil. Yaşamışım yaşayacağım kadar. Hodri meydan. Onlara s*ktirgit diyorum.’ Ağzınıza sağlık, kralım benim!

Bu yazının başlangıcında Aziz Nesin’den söz ettim. Genelde okuduğum onun herşeyini sevdim. Dolaysıyla, doğal olarak bir grup onu yakıp kül etmeye çalışmış. Ondan sonracıma, Orhan Kemal var. Zaten o Nazım Hikmet’in hücre arkadaşıydı, hatta hapiste harbiden Nazım’dan yazmayı öğrenmiş. Onun CV tamdır. Sırada Mehmet Uzun var—Kürtçe yazmayı ısrar ettiği için mahkum edilmiş ve sonra sürgün edip, gurbette ölmüş. Yani onun özgeçmişi de bayağı sağlamdır. Amerika’da da ünü kazanan Elif Şafak ve Orhan Pamuk’a geldik. Ikisine karşı sevgili Kemal Kerinçsiz bir dava açmış ve o yüzden ölüm tehditleri su gibi geldi. Fakat ikisi de ne içerde yattıkları ne doğru dürüst bir suikast denemeye bile uğradıkları için benim biraz kuşkum var. Belki o yüzden benim kanım onların romanlarına yüzdeyüz kaynamadı.
   
Kabul etmek gerekirse, en çok beni merak eden Oktay Anar’dır. ‘Suskunlar’ı okudum ve bayıldım. Mühteşem bir eserdi. Ama bildiğim kadarıyla hiç kimse ne onu öldürmeye çalışmış ne ona karşı bir dava açmış ne de bir saat bile bir hücrede kalmış. Adam nasıl kendisini geliştirecek ki? Onun yazıları sonsuza kadar bugünkü seviyede kalacağa mahkum mu? Kendisi ne kadar büyük bir tehlikenin altında olduğunu seziyor, herhalde çünkü başka insanların mahkemelerine takılıyor. Örneğin 2006 yılında Pinar Selek’in mahkemesine gitmiş. Belki kendisini başkanın gölgesine böyle fırlatarak, biraz nüfuz kazanmaya ve eserlerine bir şarj vermeye çalışıyor. Başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Her neyse, bugünlerde göz altına alınmak istersen gittikçe daha kolay olduğuna göre, inşallah, İhsan Bey de şansı tanıyacak.

Bugünlerin cezaevinden yeni çıkanlarına bakarak, bunlar da belki edebi bir değer olan eserler üretebilirler mi acaba diye meraklıyım. Kim bilir, bir gün Ali Ağaoğlu’nun kaleminden o kadar muazzam şiirler düşecek ki, sevgililerimize okuyacağız, bir yıldızlı bahar gecesinde. İçerdeyken, bu yerli mahkumlar için PEN Türkiye bir yaratıcı yazarlık kurş açtı inşallah, cezaevlerinde. Açmadiysa açsınlar bari. İsterseler ben öğretmen olayım. Gerçi biraz geç oldu, zira benim ideal sınıfa Kemal Kerinçsiz da kayıt olacaktı. Evet bizim Kemal ki, onlarca yazarları içeriye kapattıktan sonra onlardan biri oluverip, kendisi bir hücreyi boyladı. O ıslah edilebildiğine inanmak istiyorum. Şöyle olacaktı. Bir gün Kemalcığım ilk öyküye kalem alacaktı. Konu, ne bileyim, ortayaşlı bir vatansever avukat pırıl pırıl genç bir kızla aşk arıyor. Ama kız yeterince vatanı sevmediği için, iş bozuluyor, ayrılıyorlar. Avukat perişan oluyor. Öğretmen olarak, sınıfın önünde sesli okutacaktım ona—daha yüksek bir sesle lütfen--herkes dinlesin, gülsün. (İlk öykülerimiz genelde gulunç oluyor. Bu kaçınılmaz bir gerçek) Okuduktan sonra öğrencilerden yorumları yönetecektim. ‘Evet! Katılıyorum, Kenan. Çok güzel bir parodiydi! Ee? Ne oldu, Kemalcığım? Parodi değil miydi? Ağlama ya! Hepimizin ilk öyküsü biraz çöp gibi. Ne olur?’ Adam belki böyle öğrenebilir, ülkenin yazarlarına saygı göstermen, koruman, belki de acıman lazım. Ama saldırmak yok. Asla. Ama en çok böyle bir kurs başlanmasını istediğim neden şu—o kadar yazarlar hapiste yatıyor ve yatıyordu ki, biz bir altın madeninin üzerinde oturmak gibiyiz. Altın madeni, yemin ederim!

Üzülücü bir gerçek ama Amerika’nın cezaevlerinde böyle bir edebi kaynağı yok. Bir yazara ya bir aydına baskı yapmak istersek, genelde taşerona veriyoruz. Mesela Yemen’de pek hoşumuza gitmeyen bir gazetecinin göz altına alınmasını ‘teşvik’ edebiliriz ve öyle Yemen’in edebiyatı körüklüyoruz, ama kendi yazarlarımıza yardım etmek için hiç bir parmağımızı oynatmıyoruz. Bir dakika—kasten Yemen’de bir yazarın tutuklanmasına destekliyorsak demek ki, benim iddia ettiğim aksine, bizim hükümet bir yazarın ne kadar etkili olabildiğini çok iyi biliyorlar. Yani bizimkileri yazarlarımızı içeriye atmayarak ya gizli gizli suikast yapmayarak, mahsus kendi sahamızda bizim edebiyatı baltalamaya çalışıyor. Hayret!

Kedi Lobisi bile gaza geldi, yazar olmak istiyorlar!


Neyse, Moda’daki Nero Kahvede bu düşünceleri zihnimde evirip çevirirken, bir kadın omuzuma hafifçe dokundu. ‘Affederseniz,’ dedi. ‘Bizim fotoğrafımızı çeker misiniz?’ Bu kadın benim Nero’ya girdiğimden beri izlediğim bir üçlünün birisiydi. Biri mikrofon’la çok soru soruyor. Biri (bu kadın) cevap veriyordu ve biri sürekli fotoğraf çekiyordu. Belli ki tanımadığım yıldızla bir röportaj yapılıyordu.
Fotoğrafını çektikten sonra, karşımdan eşim sessizce ama abartılı dudak hareketleriyle ‘She’s famous!’ dedi. ‘A writer!’ Yani, ‘o çok ünlü bir yazar’. Kadının adını söyleyince, hemen yıllarca önce okuduğum romanın yazarı olduğunu anladım. O zamanlarda ilk Türkçe okuma deneyimlere başlıyordum. Hatırladığım kadarıyla kadının romanının o kadar beğenmedim ama kendisi çok kibar ve nazikti. Çıktığında bir daha omzuma dokunup, ‘Tekrar teşekkür ederim! İyi akşamlar!’ Ne kadar efendi bir kadın! Biraz yardım etsem ne olur? 


‘Yanlış anlamayın,’ dedim. ‘Fotoğrafınızı çekmem hiç bir problem değildi. Çok sevindim ama biraz öğut verebilir miyim? Gerçekten şah eseriniz yazmak isterseniz tutuklanmanız lazım. Söylüyorum size. Yapacak bir şey yok. Bir şey burdan çalsanız bile yetebilir. Yoksa bu kadar göstermelik yargılamalar ve operasyonlar yürütülürken onlardan birine katılsanıza?’

16 Eylül 2014 Salı

Dil Can Pazarı--Bimediğin Şeyler Canını Alabilir!

(bu arada, blogun sonu yanlışlıkla 'her sabah dedim'--her pazar demek istedim yahu. Dil ya, dil!)

Hoş geldin, kurbanım! 

Benim adım—Terbiyesiz Köfte. Ama istersen bana, Terbiyesiz Abi diyebilirsin. Kullağa daha yumuşak, daha samimi geliyor belki. Google Translate’a göre İngilizcesi “Insulting Meatballs” oluyor. Neden böyle bir takma adı akıl ettiğimi bilmek istersen, cevabım şu—çünkü bu laf benim ilk yaptığım Türkçe esprimdi.  
Bu adam (?) "Göt" ile ne yapacak allah aşkına?

Üç sene önceye bir küçük zaman yolculuğunu yapalım. İstiklal’deyiz. Hafif yağmurlu bir ilkbahar günü. Eşim, halası ve onun ailesiyle salaş bir restorana sığınıp yemeğe oturuyoruz. Herkes lak lak ediyor ama ben hiç bir katkı yapamıyorum zira böyle büyük bir grupta sohbeti takip edebiliyorum ama katılamıyorum. Dolayısıyla, moron gibi sessiz kaldım, boş gülüyorum her konuşana. Bir anda eşimin halası bana dönüp terbiyeli köfte isteyip istemediğimi soruyor. Kafamın içinde bir ışık açılıyor. Düşünmeden ben 

“Yok hala, ben genelde terbiyesiz köfteyi tercih ediyorum.”

Sanki bir saniye, bir salise için dünyanın dönmesini durmuş. İmkansız bır şey oldu! Ben Türkçe ile oynayıp, bir şaka yapabildim! Higgs parçacığını tespit etmek gibi bişey benim için.

Hala hemen bir kahkaha atmaya başlıyor. Onun gülüşünden o kadar pohpohlandım ki, başım bulutlara değiyordu. Evet evet, anladım, o kadar esprilli bir laf değildi ama hakkımı vermen lazım, kardeşim. Dil nankör bir yaratık—kendimi başarılı hissettiğim zaman abartılı bir şekilde kutluyorum. Ben resmen zıl takarak oynamak üzereyken, eşim diyor. (Seni seviyorum aşkım, kızma!) 

“Aslında canım, biz terbiyeli köfte diyoruz. Mönüye bak. Görüyor musun? Orda ‘li’ yazıyor, ‘sız’ değil. ‘Siz’ ‘without’ demek.”

Uf!

“Evet biliyorum!!” haykırdım, küçük kızın tez sesiyle. Göğe değiyordum ama bir an böyle şiddetçe yere indirildim! Bir İngilizce deyim var—‘Burst your bubble’. Yani, sişen baloncuğunu (ego) aniden patlatmak. İyi niyetli olsa bile eşim resmen benim baloncuğumu patlattı, bir de iyice şişmişti. 

Kaç kere böyle bir şey başıma geldi o günden bugüne kadar!? Ben bir nükte, bir kelime oyunu, bir cinas yapmaya çalışyorum, dinleyicilerim bu zavallı yabancının Türkçesini düzeltmeye derdine düşüyor. Sanki “Nasılsın? Ben bir bira istiyorum”dan başka bir yabancının ağızından hiç bir şey çıkamıyor. Tüm esprillerim o kadar komik olmayabilir ama lütfen, bir şans ver bana! 

Bu mütevazi Türkçe esprisinden çok önce ben ve arkadaşlarım, bir kaç komik şey yaşadık. (Bilerek değildi tabii. Biz tesaddüf komediyenleriz.) Ben mesela, ilk Türkiye’ye geldiğim zaman, ş ve s harfleri arasındaki farka pek önem vermiyordum. Bir tanesinde bir kuyruk var—o kadar. Bir gün okulun (o zamanlar English Time’daydım) kantininde kasada çalışan asık suratlı ortayaşlı kadın bana kirli bir kaşık verdi. Kazaen yazacaktim ama bence bu haspa kasten yapmıştı—işten nefretini her tarafa saçıyordu, her verdiği çayda, her sattığı kekte bir lanet vardı. (kanıt olarak o zamanlarda bir kaç tane nazar boncuklarım aniden kırılıvermişti, evimizde) Açıkçası epey zamandır onun yüzüne bir şikayet söylemek için bir bahane arıyordum, o kadar sinir bozucu bir tipti ki. Sonunda kısmet bana bir fırsat verdi. Sırıta sırıta kasaya gittim, o pis kaşıkla. Nihayet bu kadın kaybetecekti. “Affedersiniz,” dedim. “Ama benim kasığım çok pis.”

“Inanmıyorum!” dedi. 

“Sahi mi? O zaman göstereyim.”

“Terbiyesiz!”

En azından asıklıktan başka bir ifade meydana getirebilirdim, onun yüzünde.

Dil nankör bir şey arkadaşlar. Böyle tuzakla dolu.
O kadar akıllı (smart) olmak ister miyiz?--Bir rugby takımının ismi için talihsiz bir seçenek

Bir arkadaşım var, genç bir gazeteci, yeni baba. Bir gün bir bakkala girmiş—sahibi sakallı, fesli, yani dindar bir zat. Arkadaşım spordan geliyormuş—tepeden tırnağa kadar ter içindeymiş, nefes nefeseymiş. Taze ekmeğin kokusunu iyice içine çekmiş, ekmekleri dolaba koyan delikanlıyı işaret ederek kasada duran adama o nefes nefese haliyle demiş ki, 
“Taze erkek istiyorum!” 
Emin olun ki, her Türkçe öğrenen yabancı bu hata yapmıştır. Erkek ile ekmek arasında sadece iki ufak harf var—tehlikeli bir şey bu. Bazı kelimeler böyle—yani çok sıradan bir anlama geliyor ama bir harfin değişmesiyle dünyanın en iğrenç küfürüne dönüşüyor. Altı yıldır Türkiye’deyim ve hala ‘sıksık’ kelimesini söylemekten sakınıyorum. Onun yerine her saçma sapan eş anlamlı sözcüğü kullanıyorum—‘çoğu kez’, ‘çok kısa aralıklarla’, ‘aralarında çok az aralık bırakarak’.

Kelimeyi boş ver, çoğu kez sadece tek bir harf problem oluyor.

Derken…

Bir tane daha arkadaşım var, biraz tombul, gözlüklü, Harry Potter’e benzeyen güler yüzlü bir çocuk düşünün. ‘Çok kısa aralıklarla’ şaka yapıyor—çok komik biri. Bir mektup postalamak istediği için İstiklal’de bir PTT ofisi arıyormuş. Kafasında şu cümleyi tekrarlıyormuş, “En yakın PeeTeeTee şubesi nerede? En yakın PTT şubesi nerede.” Birini dururmuş, çok sakin, sıradan bir sesle “Affedersiniz, en yakın PeeKeeKee şubesi nerede acaba!” 

Bizlerden biri ya bir hastaneyi ya bir hapishaneyi boylamamamız bir mücize.

Dil hem nankör hem tehlikeli.

Aralarında çok az aralık birakarak, bu Türkiye’dekiler de dil hatalarla başlarını dertlerine sokuyorlar, tabii ki. Gördüklerimden en çarpıcı olanlardan biri şu:

Bir kahvaltı salonu açıldı, arkadaşımın apartmanın zemin katında. Sahipleri çok hoş bir genç çift de onlar da arkadaşlar sayılır—en azından her karşılaşmamızda hoş bir muhabete düşüyorduk. Biz masalardan birinde oturduk, onlar saygılı bir  “hoş geldiniz” dedikten sonra, gururla çok güzel, profesyonel tasarlanmış bir mönü sundular—görünüşünden her şey dört dörtlük. İçine baktım—ağızı sulandıran bir fotoğrafın yanında ‘sucuklu yumurta’ yazıyordu. Türkçe altında, ingilizce olarak “Faggot eggs” yazıyordu. İbneli yumurta?! Gözlerim fal taşı oldu. Devamı vardı! Mönü’de sucuğun karşılığı olarak her şey ‘faggot’, yani ibne, oldu. Ibneli börek. İzgarada ibne. Kırmayım diye, çok nazik bir ses tonuyla “Nasıl söyleyim size? Bu ingilizce nereden buldunuz acaba? Böyle bir restorana uygun olmayabilir.” 

“Uygun olmayabilir? Ne demek o?” 

Çekine çekine anlattım—kız sanki bayılıacakmış gibi duvara yaslandı. Erkek şaşkın şaşkın, “Hayret! Ben sözlükte buldum! Facebook’a koydum. Websayfamıza da koydum! Dünyanın her yerinde o yazıyor!” Meğerse sözlük yazanlarda ya bazen işini beceremiyorlar ya bizimle dalga geçiyorlar.

Corn "Flex"--Yani, mısır pazu gösteriyor....


Bir de her harf, her kelime doğru olsa da, yine de bazen olmuyor. Olmuyor işte. Kimi zaman ingilizceden, Türkçeye, tekrar Türkçeden, Türkçeye cevirilmesi gerekiyor! Nasıl yani diyorsunuz? Mesela eşim benim işten eve döndüğümde bana diyor ki, “Istersen ayakkabılarını dolaba koyabilirsin.” Istersem? Harfiyen anlayarak, “Istemiyorum ya! Orda kalsa bir daha çıktığım zaman daha hızlıca giyebilirim dimi!” diye cevap veriyorum. Ama bana diktiği bakışlardan anlıyorum ki, benim isteyip istediğimle bir alakası yok. Mecuburen yapacağım. Yoksa kıyamet kopacak. Nerden bileyim—“Istersen” demek, o demek? Sözlüğe göre “istemek” “istek duyumsamak” demek. Hiç bir yerde “yapmazsan gebertileceksin!” yazmıyor. Gramer kitabımda emir kipler bölümünde bile bulunmuyor. Uyarı ver bari bana, bir zahmet!

Bir de sadece eşler arasındaki ilişki için geçerli değil. Bir gün “polis müdahale etti” gazetede okudum. Tamam—Redhouse’a bir göz attım. Diyor ki, “müdahale” “interfere” demek, yani bir araya girmek. Ama bu makalenin yanındaki resime bakınca polisler bir araya girmiyorlardı, yoksa bir ara girmek için tank ve kimyasal silahlara gerek vardı. 

Gazeteler genel olarak esrarengiz bir kodla yazılıyor. Aralarında çok az aralık bırakarak sevgili eşime bir başlık gösterip, Türkçeden Türkçeye bir çeviri istiyorum.

Dil nankör bir şey. Nankör! O yüzden, en ufak galibiyetimi bile aşırı ve sadece hayatın en mutlu anları için kullanılan bir sevinçle kutluyorum.

Öyleyse, Terbiyesiz Köfte oldum, olacağım.

Bundan sonra her pazar sana yeni bir yazı sunacağım. 

Merhaba!