2 Kasım 2014 Pazar

Türkiye'nin Nesi Bana Garip Geliyor? Bölüm 2

Nerde son yazımı biraktim? Evet benim moda'nın anlayışım--yani sıfır.

Türkiye’ye geldim geleli altı yıl oldu artık. Bıyıksızlığımı bir yana bırak, bir yerli erkeğinden o kadar farklı görünmüyorum. Görece esmerim. Gözlerim, mesela, çok koyu bir kahve rengi. Saçım da öyle. Tenim beyazımsı, tamam, ama klasik bir İngiliz gibi şeffaf hayalet gibi değilim. Kiyafetimi hep Türkiye’de satın aldım—stilim ‘yerli’ yani. Yine de, her İstiklal yada Mısır Çarşı’dan yürüdüğüm zaman, tezgahtarlar aniden ama aniden benim yabancı olduğumu kavrıyorlar ve yolumu kesip ‘Hello! Hello! Buy something’ diyerek bana saldırıyorlar. Ama nasıl, nereden biliyorlar? Tip olarak Kıvanç Tatlıtuğ’dan katbekat daha klasik Türk’e benziyorum. Biraz Acun Ilıcalı’ya benzerliğim bile var. Nerden bu yabancı muamelesi? Çok abartılı bir şey istemiyorum, aslında. Yalnız günlük hayatımda hiç kimse bir kutu lokma bana satmaya çalışmadan bir günü geçirebilmek istiyorum. O kadar. Bu yüzden hiç kimsenin tarafından tanınmayacağım sırrını aramaktayım, bu altı yıldır.

Bu kostümü giydiğim zaman, Mısır Çarşısı rahat oldu.

Bu sırrın peşinde bir deney yaptım, bir gün. Kendimi Buraklaştırdım! (Burak hatırlıyor musun? Geçen yazım, yani Bölüm 1de, ondan bahsettim. İlk önce yapabildiğim kadar bir sakal bıraktım. Ondan sonra, bir gömlek giyip, karnıma kadar düğmeleri açtım. Onun üzerinde bir siyah deri ceketi omzuma attım, gittim Mısır Çarşı’ya. Kabadayı gibi bir taraftan öbür tarafa göğsümü gere gere yürüdüm, kaşlarım çatarak. Yemin ederim hiç kimse bana ‘hello’ demedi. Ben yerliyim sanmışlar mı acaba yoksa sadece kaçınılması gereken bir  manyağim zannetikleri için miydi?

Genel olarak, bu yabancı olduğumu teşhir eden sinyal yaymamı durdurmak istiyorum, fakat, ne tuhaf ki ara sıra benim ‘yabancılığımı’ muhafaza etmeyi tercih ediyorum. Sözgelimi yeni evlendiğim zaman benim evde eşofmanla dolanmayı reddetmem mesela. Türkiye’de neden her erkek eşikten geçer geçmez hemen bir pijama giyer diye merak ediyordum. Hatta, sokakta gördüğüm erkeklere göre bir eşofman herhangi bir yerde ve her durumda uygun bir giyimmiş. Benim Amerikan gözlerim için biraz fazla rahat, biraz sapık bile görünüyor. Bir misafir gelip eşofmanlı halimi görşe ne söylecek? Amerika’da bir eşofman giyersen ya spor külübünde sırf terli erkeklerin arasında antrenman yapıyorsun ya sapıklık yapmaya karanlık bir porno tiyatroya geldin ya New Jersey’lisin. Sakın bir kadın senin böyle giyinmeni görmesin. Sosyal hayatın biter!

Benim yaştaki bir Amerikalı evde kendine rahat hissetmek isterse genelde kot pantalon giyer. Valla. Türkiye’de ben de öyle yapıyordum. Fakat her eve gelen misafirimiz art arda soruyordu, ‘niye eşofman giymiyorsun? Daha rahat olacaksın!’ Yıllarca ayak diriyordum. Asla giymeyeceğim! Asla giymeyeceğim! Bir prensip, bir onur meselesi bile gibime geliyordu. Ama şimdi, nedense, benim eşofmanımı bulamıyorsam tepeme atıyorum. ‘O lanetli eşofman neeeeerde?’ eşime bağırıp, çaresizlikten dolaptan her şey fırlatarak bir acil arayışa başlarım. Bu ne demek acaba? Bana özgü Amerıkalılığımı yitirip asimile mi olmuşum? Bu eşofman ne kadar memleketimin törelerine ihanet ettiğim bir sembol mu oldu? Bilmem. Ben sadece eşomanımı istiyorum! İkna oldum. Rahat!
Bu adam kendi düğününe gidiyor herhalde--eşofman her zaman uygun!

Demişler ki, kadınlar ve kızlar medya ve reklamlar tarafından çok etkileniyor. Dergi ve televizyondaki mankenler ve ünlüler bir kızın öz-imajını şekillendirebiliyor. Emin ol ki, erkek için iki kat daha geçerli, ama biz kabul edemeyiz. Ben bu fenomene ‘Cennet Kuşu Sendromu’ diyorum. ‘Gezegenimiz Dünya’ diye doğa belgeseli hiç izledin mi? You Tube’da da bulabilirsin. Bir kuş var, Yeni Gine’de. Cennet Kuşu. Rengarenk erkek kuşu kur yapmak için derviş gibi bir dans yapar ama bu dans yapmadan önce, hatta dişi hiç piyasa da yokken, hazırlık yapıyor. Bekar kuş dans için bir sahne kurup, kurduğu sahneyi bir çırpıyla süpüruyor. Ondan sonra gagasına bir yaprak alıp, bu yaprağı bezi olarak kullanarak etraftaki dalları bile siliyor. Mumların yakıp romantik müziğini koymasını bile bekliyordum! Erkek kuşu birkaç kız tavlama ötmeleri attıktan sonra, renksiz zevksiz dişi Cennet Kuşu bir dala konup, garibanımızın yaptığı dansı seyretmeye geliyor. Bu dans mühteşem bir performans. Tam bir dervişin seması gibi, dönüp dönüp, tüylerin renklerini tüm ihtişamıyla sergiliyor. Bu dans hatasız olması şart, çünkü öyle değilse bir sürü aynı dans kusursuzca yapabilen erkek cennet kuşları var, ormanda, dişi onların yanlarına gidecek. (Maalesef, You Tube’da ki videoda dans bitince kız biraz düşündükten sonra, uçup kaçıyor! Bir teşekkür bile söylemeden.)

Insanoğlu erkekler olarak da biz çok benzer bir dansı yapmaya çalışıyoruz. Bir dişinin gözünü almak için envai çeşit kur yöntemleri deniyoruz ve fikir için etrafımızdaki erkeklere bakıyoruz. Biyologik açısından en az onlara kadar renkli olmamız lazım yani. Bu bir bilim gerçek değilse neden hepimiz tamamen aynı modayla giyiniyoruz? Benim tüylerim onun tüyleri kadar gösterişli olması gerekiyor, çünkü. Bugünlerde Türkiye’nin erkeklerinin tüyleri dar beyaz tişört olmuş. Benim çalıştığım lisedeki çocuklar üniform gibi giyiyorlar. Geçen yılın ilkbaharında ilk defa fark ettim—bir sınıfta on erkek öğrenci aynı beyaz tişört giyiyordu. Allah allah, bir maç mı var bugün kendime dedim. Bu nasıl bir forma! Ondan sonra sanki sokaktaki yanımdan geçen erkeklerin yüzde altmışı da giyiyordu. Bir iki erkek için spor salonunda deli gibi çalıştıktan sonra kazanmayı başardığı iri kaslarını gösterebilimek için bir şeçenekti. Onları anlayabilirdim. Ama çoğunluğumuz için, bu beyaz tişörtün en çok gösterdiği özellik ya bir göbek ya cılız bir gögüs ya erkek memeleri. Ama vücudun tipi ne olsa olsun, dar beyaz tişört modası büyüyor.
Kıçını yırtan erkek cennet kuşu ve oralı olmayan dişi

Türkiye’de yaşayan bir Amerikalı erkek olarak bazen kafam allak bullak oluyor, çok kültürlülüğümden. Benim kur yapma dansım çoktan memleketimin erkeklerinden öğrenmiştim benimsemiştim ama her gün etrafımdaki erkeklerden etkilenmeyeceğim demek değil. Yani aylarca ben eve gelirken aynı dükkandan geçiyordum. Her gün vitrinde aynı dar beyaz tişört’e benzer uzun kollu kazağa gözüm koydu. Giyinen idmanlı manken yaklışıklı olsa, bu kazakla ben de öyle olacağım. Gitgide kendimin bu dar beyaz kazakla sokakta göğsümü gere gere yürüdüğümü hayal etmeye başladım. Yakasını kaldırıp geniş omuzlarımda siyah deri ceketim olacak. Bir sakal bırakamaszam bir takma sakal satın alabilirdim. Bir şey olmaz. Eşim bu kazakta bir bakışta yanıma koşa koşa gelip, bir büyülenmiş dişi cennet kuşu gibi ötmeye başlayacak.

Neye üğradığımı bilimiyorum. Biraz hafizamı kaybettmişim galiba ama bir baktım, dükkandan çıkıyordum, elimde bir poşet var. Poşetin içinde, o kazak! Giydiğimde eşimin tek yorumu şuydu ‘Sen çok kuro oldun . Üstüne bir şey giy.’ Şimdi dolabımın dibinde duruyor. Ara sıra eşimin sakladığı yerden çıkıyorum. Yatağın üstüne serip, gözlerimi dikip hasretle bakıyorum. Eşim evde değilse, onu giyip mutfağa kadar kabadayılık takınıp dolaşıyorum. İçimden beni bir kur yapma dansa çağıran içgüdüm var herhalde. Bir kaç dakika sonra aynaya baktığımda aklımı başına devşiriyor. Çıkartıp yere fırlatırım ve orada duran beyaz ucubeye korkuyla bakıyorum, denizin en derin, kara sularından kaçan mutasyona uğramış bir yaratığa bakmışım gibi. 


Son bir öğüt olarak bir şey söyleyim size. Bir süre yaşamak için yurt dışına giderseniz (özelikle erkekseniz) kendi stilinizle tam olarak nasıl bir mesaj verdiğinizi, yani, nasıl bir tipin dikkatini çekeceğnizden emin olmak için yerli erkeklerin kur yapma yöntemlerini gözemlemekle biraz vakit geçirseniz son derece faydalı olur bence. Yani Bostonda eski Türkiyeli öğrencilerimden biri gibi olmayın, sakın, o ki hem bayağı pos bir bıyığı bıraktı hem kahramanı David Beckam’ı özenerek ünlü futbolcunun o zamanlarda taktığı gibi her yer de şaç bandı takıyordu. Avrupa’da erkek modasının dünyasında çok şık bir şeçenek olabilirdi ama bu kombin, onun giydiği turkuaza çalan eşofmanla beraber, çok şaşırtıcı bir tipten ilgiyi çekti. Buraya kadar okuduğunuza göre bu tip artık tanıyorsunuzdur. Yani pornucuya benzeyen, ortayaşlı, bu öğrencimle aynı ‘giyim zevkisi’ olan bıyıklı erkekler. Kötünün iyisi, öğrencim mecburen onunla farklı cinsel yönelim olanlara biraz tolerans öğrenebildi. Ama onun kur yapma dansını izlemek için gökyüzünden uçup gelmesini beklediği kuşlar bunlar değildi herhalde. 

25 Ekim 2014 Cumartesi

Türkiye’nin Nesi Bana Garip Geliyor—Sütyenciden Bıyık Kültürüne Kadar!


BÖLÜM 1 

Birkaç yıl önce, eşimin kuzeni bir sunucu olarak Istanbulun radyo kanallarından birinde bir gece programı yapıyordu. Bir akşam, saat 11de, sırf zevk için ben onun konuğu oldum. Temamız ‘Bir yabancının gözünden Istanbul!’ Şarkılar arasında dinleyiciler aklarına gelen her hangi bir soru sormaya davet ettik. ‘Eveeet arayın konuşalalım, konuşalım arayıııın!’ İlk sorulan soru şuydu: ‘Türkiye’nin nesine alışmak en zor geliyor size?’ Mutlaka ‘kellepaça!’ yada ‘kokoreç’ söylememı bekliyormuştur ama cevabım şimdi de o zamandakiyle aynı: Alışveriş gittiğimde her yerde aynı çocuk eleman olarak çalışıyor. Ne tür dukkan olsa olsun, neyi satarlarsa satsınlar, ama hep aynı jöleli saçlı, sağ elinde cep telefon, sol elinde sigara, siyah deri ceketi giyen kirli sakallı delikanlı kapı da kıpır kıpır müsterileri karşılıyor. İstisnasız!

Bu adam ve klonları her yer de Türkiye'nin  istihdam ihtiyaclarına cevap veriyor

Işimizi kolaylaştırmak için böyle bir çocuğa ‘Burak’ diyelim, zira Türkiye’deki ilk öğrettiğim sınıfımda bu tipe benzer bir ‘Burak’ vardı. Neyse bu Burak tipi bana her şey ama herşey satmış oldu--balı, vesika fotoğraflarını, tabakları, ekmeği, ve oyuncakları da. Evimizin karşısındaki çiçekci? Burak. Deri ceketin altında gömlek düğmeleri karnına kadar açık ama çok nazik, zarif bir buket yapabilir. Bir gün eşimin sütyeni alması lazım diye bir iş çamaşır dukkanına daldik, tabii ki Burak kasadaydı. Amerika’da olsaydık böyle bir tipin bir sütyen satmasını görseydim hemen polis çağırdım çünkü, emin olun ki, ya timarhane yeni kaçan bir sapık olurdu ya toplumun güvenliği için bir timarhaneye gitmesi lazım olurdu.

Bir Burak’ı görünce hemen Asi Gençlik filminde James Dean’ın oynadığı serseri ‘Jim Stark’ aklıma geliyor. Kılık kıyafet aynı zaten. Jim bir sahnede kasabanın en vahşi zorbayla dalaşıyor, herifin boğazına bir bıçak dayanıyor ve karnından yarayacağını tehdit ediyor. Böyle bir serseriden eşinizin iç çamaşırı alınır mı? Ama Türkiye’de aynı tipin dün bir pastane’de çalıştığını gördüm. Hatta ondan bir uğur böceğinin şeklinde çok şirin bir kek aldım. Bir de o yapmış.

‘Dilimleyelim mi?’

‘Yoooo kardesim, kesmeniz gerek yok. Merak etmeyin, biz evde yaparız. Bıçak yer de birakın, ne olur?’

Amerika’dan getirdiğim şuursuz kanaatimin yüzünden,her böyle siyah deri ceketli sigara içen çocuğu gördüğüm zaman, tepkisel olarak cuzdanım halen cebimde olup olmadığını kontrol ederek, adımlarımı hızlandırıp kaçıyorum. Yani, bu ülkede alişverişi bir türlü halledemem.
Birinin giyim kuşamı resmen sinyal, yani subliminal mesajları yayıyor ve bu mesajlar bilinç altında bir otomatik tepki uyandırıyor.  Üstelik kültürünüze göre aynı giysının farklı mesajı verebilir.

Mesela, bıyıklar.
Türkiye'de kediler için de bıyıklar önemli bir sembol--bu kedi AKPli (Lobilerden değil)

Türkiye’de bir bıyık maço sembol olarak kabul ediliyor—neden olmasın? Bir iki istisna hariç (örneğin beş sene önce çalıştığım okulun sosyal öğretmeni) kadınlar doğru dürüstce gür bir bıyığı beceremezler. Ayrıca, Türkiye’de bir bıyık bir erkeğin siyasal kimliğini bile tespit edebiliyor. Başbakan gibi dar ve biraz Şarlo’nun oynadığı karakteri ‘Büyük Dikatör’ü anımsatan bir bıyığınız varsa, AKPlisiniz, belki de kendinizi liberal muhafazakarlardan biri olarak tanımlıyorsunuz. Dudaklarınızı gizleyen tropikal ormanı gibi pos bıyığınız var mı? Solcusunuz, Kürt bile olabilirsiniz. Barış Mançovari sarkık bir bıyığınız varsa, kesinlikle bir milliyetçisiniz, belki MHP’ye oy veriyorsunuz. Bir website buldum bile, Osmanlı zamanında hangi bıyığın hangi mesleğe uymasını anlatıyor. Mesela ‘karanfil bıyığı’ diye bir şey varmış. Şairlere ait olan ‘kararınca uzatılmış, üst dudak yine tam şekliyle görünür’ bir türmüş. Amerika ise, bir bıyığın sadece iki anlamı var. Ya geysin ya pornucusun. O kadar.

Normal bir erkeklik aksesuarı olarak bıyıklar 70lerde modası geçmiş oldu. (Gerçi hiç kimse babama haber vermemiş) Bugünkü moda dünyasında bir bıyık bırakmak bir gramofonı satın almak gibi bir şey. Fakat, gey kesimlerde halen bir fetiş olarak duruyormuş. Belki Freddy Mercury ve Village People’nın yüzünden. ‘YMCA’ şarkısını söyleyen var ya? Hepsi gey ve hepsi pos bıyıklı. O zaman niye pornucularda da var diye merak ediyor musunuz? Hani, en heteroseksüel görünmek isteyenler onlar değil mi? Valla bilimiyorum, ama o sektörde antik zamandan kalma bir maço sembolunun statüsünü koruyor. Maşallah.
Ya bir sosyalist mitingeye gidecek biri (Türkiye'deyse) ya bir barda göbek atacak biri (Amerika'daysa)

Her neyse Türkiye’de her bıyıklı adam gördüğümde ilk aklıma gelen ‘bu adam gey’! İkinci aklıma gelen ‘ya pornucu?’ Ondan sonra Örümcek Adam’ın tehlikeleri önceden haber veren Örümcek Hissi gibi benim ‘Türkiye hissim’ devreye girip, bu adam hangi partiye ait olduğunu çözmeye çalışmaya başlıyorum.’ İtiraf etmek zorunda kalsam bir hastalıktan mustarıp oluyorum—Freud’in tarif ettiği ‘bıyık kışkançlığı’. Babamın Alevi dedesi gibi pos bıyığına rağmen benim ki en gür halinde bile bir çölün solmuş ölmüş çalısı gibi oluyor, ki, bu ülkede beni bir hilkat garibesini ediyor. Muhtemelen bana da Başbakan ‘ucube’ derdi, görseydi.

Tamam tamam. Evet, doğru söylüyorsunuz. Karşılıklı oluyor. Eminim ki, Türkiye’den biri Amerika’ya gidip gezerse, aynen böyle bilinç altında varsayımlar yapar. İstanbul’da Amerikan erkek modasınin temsilcisi olarak (aman!) Türkiyeli öğrencilerim sürekli benim kravatlarımın yaydığı mesajlarını yorumlamaya çalışıyorlar mesela. Bir turkuaz kravatım var. Taktığım zaman öğrenciler beni biraz daha uysalca dinleme eğilimi gösteriyorlar. Fakat Japonya’dan aldığım elle cizilmiş kırmızı balıklı desenli kravatımı takarsam, oohoo, çok nostaljik ve duygusal oluyorlar. Sadece eski güzel günlerinden muhabbet edip hasret gidermek istiyorlar. ‘Hocam, hatırlıyor musunuz? İlk defa o kravatı gördüğüm zaman benim telefonum derste caldı ve siz bana müdüre gönderdiniz! Ne kadar bağırdınız bana! Ne kadar gençtim.’ Korkuyorum ki, benim giysilerim istemeden her yere sinyal saçıyorlar, hem benim kontrolum dışında çıkmış bir şekilde, yani ipin ucu kaçtı. Bazen fermuar kapatmayı unutuyorum. O ne diyor herkese? Bana sadece bir tür unutkanlık iletiyor, ama Allah bilir, bu kültürde bir savaş ilanı olabilir.

Amerikalı iş arkadaşlarımdan oldukça genç, bir öğretmen var. Yaşının yüzünden bazen sınıfta disiplin sorunları yaşıyor. Bir akşam efkarlarımızı dağıtmak için bir yerde bira içiyorduk. Çocuk kafa yiyordu. O gün öğrenciler son derece vahşiymiş, neredeyse onu gebertmişler. Kafamızı bayağı iyi olunca arkadaşımın sorununu çözmek için, onun daha ciddice daha efendi gibi muhafazakar giysi giymesi gerektiğini karar verdik. Böyle çocukların bilinçlerinin altında biraz saygı uyandırabilir sandık. Ertesi gün, bu zavallı arkadaş kırmızı beyaz kareli gömlekle okula geldi. Aynen bir masa örtüsüne benziyordu. Ayrıca, taktığı kravat üstünde bir kaniş yavrusunun resmi çizildi. Çok feci bir kombin, ama iyimser olmaya çalıştım.

‘Henüz ciddi bir şey bulmamışsın, ha? Bugün alışverişe gideceğiz.’

‘Yooo,’ dedi. ‘Bunu aldım, dün akşam. Orta yaşlının giydiği gibi bir şey, değil mi? Çocuklar bu gömleği görünce, bir amca yada bir memur aklarına gelecek.’

Ya bir köpek sofrada dolaşıyor diyecekler.

‘Ne zaman böyle giyenen bir adam gördün, allah aşkına?’ dedim. ‘Diğer öğretmenlerin ne giydiklerine hiç göz atmadın mı?’

‘Modadan bir şey bilmiyorsun,’ diye karşılık verdi. ‘Sen ki hiç fermuarını kapatmayı hatırlayamıyorsun!’


Harbiden, modadan hiç bir şey bilmiyorum. Evet.

19 Ekim 2014 Pazar

Final Maçı! Ya Amerika Ya Türkiye--Kim Şampiyonluğu Kazanacak?????

Bu iki lider skoru takip ediyorlar. Ama aralarında bir boş koltuk var---neden? Bugünkü yazımı oku ve öğren!


İkinci yarısına hoş geldin!

Maç başlamadan önce bir şey diyebilir miyim? Sizde “namus” diye bir şey var. Türkiye’nin her şeyi en iyisi olmasına inanmak şart. Bizde de ‘onur’ diye bir şey var. Bizim her şeyimiz de en iyisi olmasına inanmak da şart. (Gerçi, hangi ülke kendisiyle ilgili  “Biz en iyi ikinciyiz” diyor ki?)  Bu namus meselenin yüzünden bir şahıs benim en son yazdığım yazıya alınıp gocunmuş, bendenize bir tehdit atılması gerekli buldu. Hem o bekone övgü cümlelerimi hem tuvalet hakkında yazdığım sözleri ‘Türkiye’ye karşı bir hakaret’ olarak nitelemiş. Benzer (ama daha az saldırgan bir şekilde) benim annem de bana küstü. "Neden bizim yemek kültürümüzü böyle aşağılıyorsun? Amerikalı olduğunu, hatta güneyli olduğunu unuttun mu?" (Amerika’nın güneylisi için yemek, milli gururun bir eşsiz kaynağıdır)

Neyse—bütün bu şikayetlerine rağmen, yarışmaya devam edelim....

4. Sağlık sistemi

Küçük bir hikayeyi anlatayım. Türkiye’ye ilk geldiğim zaman, öğrencilerimle futbol oynamayı yeltendim. Onlardan kıyasıya biri kramponlu ayakkabıyla geldi. Psikopat daniskası zaten. Herkesi o ayaklarla süngülemeye çalışıyordu. Sahanın bir köşesinde top için onunla bayağı hararetli bir çatışmaya girdim. O ayaktaki öldürücü silah ile benim ayağımı vurdu. Serçe parmağım tüyler ürpertici bir "şak" sesiyle kırıldı. Başka bir öğrenci (saldırıcım değil), sağolsun, arabasıyla beni hastaneye götürdü, bir özel hastaneye. Hem muayene hem tedavi için 70 lira tuttu. O kadar ferahladım ki! Sevinçten bir kahkaha attım ve zavallı ayağımda bir balerin dansı yapıp, döndüm. Ama öğrencimin yüzü mosmor! Utanıyor! Hayrola? “Kusura bakmayın hocam, ben bu hastane bu kadar pahalı olduğunu bilmiyordum!” Pahalı? Ciddi misin? Amerika olsaydı sigortasız bu küçük kırık için bankadan 20 yıllık bir borç almak zorunda kalırdım. Aylık taksit o kadar yüksek olurdu belki evimi arabamı mecburen satıp, bekon parası için sokakta dilenmem bile gerekirdi. Büyük parmağım olsaydı, aman, tek cözüm harakiri olurdu, emin ol. Sigorta olsaydı bile, en az yüz dolar tutardı. Teşekkürler SSK. Seni seviyorum!

Türkiye—bir puan 
Amerikada sigortalı bir grip hastası--aspirin almak için tüm ailesini köleliğine satmış

5. Posta

Posta Gazetesi değil, postacılık sisteminden bahsediyorum.

Hatırlıyor musunuz? 2010 yılında CERN Büyük Hadron Çarpıştırıcısı diye bir cihaz ilk defa kullanacaktı. Hiç birimiz ne olduğunu ve ne yapabileceğini çözemedik ama gasteler ‘Dünyanın Sonu Mu Getirecek’ tarzında başlıklarla doluydu. Ben Posta’da okudum. Meğerse, bu Hadron Bilmem Neyle fizikçiler kara delikler oluşturabilirler, bir yan etki olarak. Bazı yazarlara göre bu kara delikler bizim gariban Dünyayı yutup, yok edebilirdi! Fakat hiç endişelenmeye gerek yoktu, çünkü PTT çoktan kara delikler yaratmıştı ve hiç bir şey olmadı. Yıllarca her onlara gelen mektup, paket, ve post kartal o kara deliklere atılıp, kainattan siliniyordu. Amerikalılar ise, bu teorik fizik şeylerle uğraşmayıp, saf gibi mektup gönderilen kişiye vermeye çalışıyorlar. İstanbul’a geldiğimden beri annem bana en azından 5 defa mektup bana yollamış, hiç biri bana ulaşmadı. Hepsi PTT’nin kara delikleri sayesinde bir paralel evrene gitti herhalde.

Amerikaya bir puan
PTT'nin kapılarının arkasında ne var diye hiç sordun mu? Bu bir kare...

6. (Erkeklerin) Sosyal Hayatı

Bir tane yabancı gerzek bana dedi ki, “Türkiye çok tuhaf bir ülke ya! Düşün, burada iki yetişkin erkek sırf zevk için bir kafede oturup çay içiyor!” “Evet, ne güzel işte!” diye cevap verdim. O kafadan kontakmışım gibi bana baktı. Meğerse bir eleştiri olarak söylemiş!

Bir Amerikalı erkek, bir arkadaşla takılmak isterse, tek bir seçenek var—barda bira içmek. Çünkü diğer alternatifler fazla tehlikeli. “Neden mi” soruyorsun? Güzel bir soru. 43 yıldır kendime aynı soru soruyorum. Amerikalı erkekler genel olarak gey sanılmaktan o kadar korkuyorlar ki—bir fobi, bir ruh hastalığı seviyesine ulaşmış. Düşün, Amerikan İngilizcesinde bir argo bile var—“The Gay Seat.” (Gey Olmayan Koltuk). Yani bir ahbapla bir filme gidersen, aranızda bir boş koltuk bırakacaksınız, sinemadaki herkesi siz gey olmadığınıza ikna etmek için. Bu koltuğa “The Gay Seat” deniliyor. (Gerçi bir gey arkadaşım da var. Sevgilisiyle sinemaya gittiği zaman o da bir Gay Seat aralarında bırakıyor. Niye sorduğumda, omuzlarını silkti. “Bilmem, herkes yapıyor ya. Biz denedik ve daha rahat olduğunu keşfettik. Bu koltuklar çok dar ya!”

Film eleştirmenler bile Gay Seat bırakıyor 

Dediğim gibi, Gey olmayan iki erkeğe uygun tek aktivite barda bira içmek. Monoton! 

Spor olmaz mı? Spor oldukça maço bir etkinlik ya, diyorsun. Fakat sadece iki kişiyseniz bir futbol maç bile şüpheli olabilir. “Neden sadece ‘iki’ erkek var acaba? Neden Gay Seat yok. Tamam tamam, kalabalık bir derbide mümkün olmayabilir ama.....yine de? Aa, bak, abi. Bizimkiler gol atınca bu çift ne kadar birbirine sarılıyorlar!” 

"Bana ne," diyorsun. "Sansınlar!" diyorsun. Ama özellikle Amerikanın güneyinde maçoluk ve homofobi bayağı yaygın illetler. En aklı başında olan bile bundan kaçamaz!

Ama Allaha şükür bu fobi Türkiye’ye henüz bulaşmamış. Burada dostlarımla iki kişi olsak bile istediğimiz şeyi serbestçe yapabiliriz. Çay içmek, sahilinde yürümek, tavla oynamak, parkta oturup sohbet etmek, okey oynamak, ve, evet, bir barda bira içmek. Çeşit çeşit etkinlik!

Türkiye’ye bir puan

7.  Bayramlar

Türkiye’de bayramların iki türü var. Tür A: Dinsel bayramlar. 

İstanbul'da trafiğe girip bütün sülaleyi bir gün içinde tek tek ziyaret etmeye çalışıyorsun. Saatlerce yoldasın ve bu araba tıkanıklık kabusundan kurtulduktan sonra evine gittiğin akraban miden patlayıncaya kadar sana yemek, tatlı, ve çay tükettiriyor. Neden oraya buraya gitmek yerine herkes en yaşlı akrabasının evinde toplanmiyorlar? Bilmem!

Tür B: Devlet bayramları. Bu tip bayramlarda, geç kalkılabilmesi, tatil olması gereken günlerde sıkıcı bir tören için sabahın köründe okula sürükleniyorsun. Yine trafik, yine saatlerce bir aracın içinde hayatının erimesini çaresizce izliyorsun. Birde ne için? Hep aynı askeri marşlar...

Monoton!!

En azından Amerika’nın her bayramı farklı. Cadılar Bayramında bir kostüm giyip ya bir partiye gidiyorsun ya çocuk isen mahalledeki evleri dolaşıp şeker topluyorsun. Perili köşklere gidiliyor. Korku filmleri izleniyor. Elma Dalışı diye bir oyun bile var. 

Ya Elma Dalış ya erken bir kalkış ile bin tane milli marş....ben elmaya doğru koşuyorum!

Hristiyan isen Noel Bayramında bir ağacı süslüyorsun, geleneksel “eggnog” denilen bozaya benzeyen içecek içerken eski nostaljik şarkıları söylüyorsun. Ondan sonra herkese bir hediye alıyorsun, Noel sabahında bu hediyeleri açıp güzel bir yemek yiyorsun. Paskalya’da ise yepyeni, çiçek renkli kıyafet giyip kiliseye gidiyorsun (İmanlıysan). Ondan sonra boyanmış yumurtaları saklayıp, çocuklara aratıyorsun. Final olarak, bekon’un en lezzetli kardeşi “ham” ön plana çıktığı bir sofraya oturup, bir ilkbahar ziyafeti yiyorsun. Hristiyan olmazsan bin tane alternatif var--Yahudi, Müslüman, Afrikan, Budist Bayramların tatlarına özgürce bakabilirsin.

Her bayramın yemeği de farklı. Paskalya için "ham" ise, Şükran Bayram için hindi. Bağımsızlık Günü’nde barbekü! Bazen bu yemekler sadece bayram gününde yeniliyor. Balkabağı tartı mesela—sadece Şükran Bayramında olur ve o yüzden ben o günü dört gözle bekliyorum. Türkiye’nin bayramları ise ne var? Her yerde sıradan günlerde bile yenilen! Özel yemek yok mu allah aşkına?

Amerika’ya bir puan daha.

Toplam 4:4


Berabere kalmışız! Maalesef hangi ülke en iyisi olduğunu söylemek zor. Rekabetciysen hiç tatmin edici değil ama böyle kararsızlıkla hayatımıza devam etmeliyiz...."İkisi de güzel" diyerek memnun olabilir miyiz?

11 Ekim 2014 Cumartesi

Dünya Kupası--Birazdan Sonra En İyi Ülke Hangisi Olduğunu Açıklayacağım 1

Geçen yaz, her sene gibi, eşimle ben ailemi ziyaret etmek için Amerika’ya gittik. Her memleketime döndüğüm zaman oldukça sarsıcı bir kültür şokundan geçiriyorum. Çok şey unutuyorum. Amerika’nın büyüklüğünü mesela. Her şey gereksizce kocaman ediliyor. Restoran’da küçük boy bir limonata istiyorsan, garson bir kova getiriyor masaya. Bu sana servis edebilmek için en az 10 tane mahsum limon ağacı zalimce katledilmiş. Yemek de öyle. Bir Meksika restorandan bir kişilik ‘fajitas’ porsiyon alıyorsan, geri kalanlarla küçük bir gelişmekte olan ülkeye yedirebiliyorsun. Kütleçekimi var ya--fen dersinden hatırlıyorsundur. Kütle çok oldukça--bir gezegen gibi mesela--çekme kuvveti oluşturuluyor. Amerika’daki porsiyonların kütlesi o kadar büyük ki, kendi yerçekimi alanı oluşturup uzaydan muhtelif cihazlar kendine çekiyor. Hatta bize göre, bir yemek tabağın etrafında bir yörüngede dönen iki, üç tane doğal uydu yoksa, meze olarak bile sayılmak için yeterli büyük değil. Önemli olan, kütle!

Jüpiter'in 63 uydusundan 12si.
Tipik Amerika'nın kahvaltı tabağının yörungesindeki uydular


Arabalar da öyle. 

Amerika’da son gecemiz yeğenim (ablamın oğlu) bizi bir Japon restorana götürdü. Abartmıyorum, onun arabasına binmek için bir merdiven gerekiyor. Arabanın içi malikane gibi ferah. Sanki Cumhurbaşkanın  özel uçağında bir okyanus üstünden uçuyorsun—vallahi. Yeğenimin iki küçük, tatlı kızı var. Onlara arkaya oturttu, resmen başka bir zaman dilimine sürgüne gönderilmişler gibiydi. Onlarla konuşmak için telefon etmeye ihtiyacımız vardı. Neyse, yeğenim bu arabanın içine beni attıktan sonra, sert bir sorgulamaya girişti.
Yeğenimin Arabası

“Ne zaman vatana dönüyorsun? Ne zaman doğru dürüst bir iş yapacaksın? Neden bizi terk ettin?”

Bunları söyleyen adam, 28 yıl önce, kucağımda bir bebekti, ve bazen 15 yaşındaki ben onun boklu bezlerini değiştirmek zorunda kalıyordum. Farkında olmadan, yarım şuursuzca, o gözle bakmaya devam ediyorum, engelleyemiyorum. O beni ciddice sitem ederken, ben bir tarafta “Altını yapmış mı acaba,” o eski refleksiyle aklımdan geçiyor. Beni sırıttırıyor. Sırıtmam onu kızdırıyor. Daha sırıtıyorum.

Sonunda sordu ki, “Peki hangisini daha seviyorsun, Amerikayı yada Türkiyeyi?”

“İkisinin de güzel noktaları var,” diye politik bir cevap verdim.

“Ama hangisi en güzel?”

İyice beni sıkıştırdı. İtiraf etmem gerekirse, benim Türkiye’de yaşamam ailemin hoşuna hiç gitmiyor. Ailemin fertlerinden benim dışında hiç kimse doğduğu yerden kıpırdamadı. “Insulting Meatball’ın derdi ne” diye birbirlerine soruyorlar. “Bizden nefret mu ediyor? Burda otursun!” Artık eşimi alıp, derhal dönmem şart olduğu kanısındalar. Elbette esas sorun beni özlemeleridir. Beni çok özlüyorlar. Ama yine de bu soru bana çok garip geliyor. Hangisi en güzel—ne açıdan? Açıkçası Türkler ve Kürtler sık sık aynı soru soruyorlar. “Artık Türkiye’yi tercih ediyorsun dimi? Hangisi daha güzel, Amerika ya bizimkiler?” 

Benim için bir yarışma değil. Olamaz. Bunlar ülkeler, canım, futbol takımları değil. Tarih var, her iki ülkenin içinde çokkültürlü bir toplum var. Her ülkeyle ilgili konu o kadar çok boyutlu ki, nasıl öyle kabaca kıyaslayabilirim ki? Bir de halk ve hükümetin arasında büyük bir fark var. Ayrıca...

Tamam tamam, boş ver. Sonunda istediğini vereceğim. Basit, kaba bir şekilde bir kaç açıdan hangi ülkenin daha iyi olduğunu söyleyeceğim. Bir futbol maç gibi puan hesaplayacağım. Beynimin ilkel olmayan kabiliyetini kullanmak yasak. İlk ve son olarak, karar vereceğiz. Hangisi daha güzel! 

Yerlerinize....hazır....başlayın!

Bir halkın en önemli değerlerinden başlayalım.

1. Süt Kutuları

Özür dilerim, Türkiye, bu konuda Amerika şüphesiz kazanır. Buradaki karton kutular neyin faydası var? Eminim ki kasten sütü her tarafa saçmak için bir üç harfli tarafından tasarlanmış. Her bardağımı doldurmaya çalıştığım zaman süt çeşme gibi tezgaha ve üstüme dökülüyor. Zavallı ineğin emeği boşa gidiyor yani. Amerika’daki kutular plastik, ağızları sert ve yuvarlak. Çok sakar bir gerzek olmazsan, (Bir de ben o sakarlardan biriyim ama o başka bir mevzu) dökülmek yok.
Amerika—1 puan
Toplam---1 - 0

Türkiye'nin lanetli süt utulardan biri

2. Tuvaletler.
Galibiyet Türkiye’ye—neden? Türk klozetlerinde bide var—mahkemeye ifadem kısaysa da, yeterli. İsmim Terbiyesiz Köfte olabilir ama fazla detaya girmeyeyim. Sadece bunu diyeyim, bu bideler bir adamın işini çok kolaylaştırıyor. Affedersin. Amerika’dayken bizim klozetlerimiz bana o kadar ilkel gibi geliyor ki, sanki üçüncü değil dördüncü dünyaya gelmişim. 

Alaturka olanlar ise spor için de çok yararlı. Hem bacağın esnekliğini hem gücünü geliştiriyor. Ben Japonya’da da otururdum, eskiden. Onlarda alaturkaya benzer bir tip klozet var. Onlara göre, böyle bir tuvalet kullananların bedenleri yaşlanınca sertleşmez—esnek kalıyorsun. Gerçekten Japon yaşlılar son derece çevik görünüyorlar. Ayrıca Japonya’nın en büyük yazarlardan biri, Juniçiro Tanizaki, “Gölgeye Övgü” adlı bir denemede Alaturka (Alajapon?) tuvaletler sembol olarak kullanıp, Batı’nın etkisine karşı geleneksel güzelliği ve zarafeti beklenmeyen yerlerde bulduklarını ve korunmaya gerektiğini iddia ediyor.

Bir alıntı:
“Biri geleneksel Japon mimari elemanlardan en çok zarif estetiğe sahip olan tuvalet olduğunu iddia ederse yanlış olduğunu söylenemez. Dediğim gibi geleneksel güzelliğimize birkaç şartlar var—bir derece loşluk, kusursuz temizlik, bir de en önemlisi, bir sivrisineğin vızıldamasını duyabilinceye kadar mutlak ve gizemli bir sessizlik. Böyle bir tuvaletten hafif yağmurun sesini dinlemekten çok hoşlanıyorum. Aşırı parlak aydınlatılan batı tuvaletlerde böyle mütevazi sevinç imkansız.”

Alaturka deyip geçmez—bunlarda esrarengiz bir estetik var.   

Türkiye—1 puan
Toplam---1-1

Bu zarifetin daniskalarını kullanmayı öğrenmek istersen, Japonyadan bir kılavuz

3. Yemekler.
Bu son derece karmaşık ve hassas bir konu. Aslında en iyisi şimdilik başka bir yazı için bir kenara bırakayım. Fakat bunu söyleyeyim bari—sen, güneşli sonbahar bir Pazar sabahında, bekon ile kahvenin kokularına hiç uyanmadıysan, hayatında büyük bir eksik var, yemin ederim. Tibet’e git, Nirvana’ya ulaş, yine de bu dünyaya vefat ettiğinde bir ukde kalacak içinde. “Ama domuz etini yiyemiyorum,” diyorsun. “O et pis, helal değil!” diyorsun. Tamam, helal olsun. Merak etme, yemek istemediğin bekon bana uzat, senin hatırana kendimi adak masasına fırlatacağım, bu lanetli lezzetli eti yiyeceğim. İnanılmaz bir cüretle senin önüne gelen o bekonun son kırıntısına kadar bitireceğim, senin önünde bir atom bile kalmasın diye. Hatta seni ne kadar sevdiğimi göstermek için istersen bir porsiyon daha iste. Onu da yiyeceğim. 
Dalai Lama diyor ki, nirvanaya boş ver, bu kadar uzun bir bekon dilimin varsa yeter

(Bir itirafım—çok çok eskiden bir kız arkadaşım vardı, pek yemek yemeyi beğenmedi. Bir öğün onun için en çabuk bir şekilde aradan çıkarılması lazım olan bir dertti—kol altlarındaki kılları tıraş etmek gibi bir şey, yani. O yüzden bir restorana gittiğimiz zaman ben ona kendi en çok sevdiğim yemeklerini istiyordum. Beş dakika içinde, o “Canım, bunu bitiremiyorum! Sen yer misin?” derdi. Ben, sanki gerçekten istememişim bir sesle, “İstersen ver bana, tokum ama yine de deneyim.” Böyle hem sevdiğim yemeklerinin iki katını yiyebilirdim, hem kızın gözüne girmış oldum.) 

Bize bekon o kadar önemli ki bir laf var, “Bring home the bacon.” Onun Türkçeşi “Bekon eve getirmek” oluyor. Yani ailesinin geçimini sağlamak demek. Bir dilenci için bir gün çevirmen olursan, “Ekmek parası lütfen” “Help me bring home the bacon” olarak çevirebilirsin.

Bu bekona küçük bir tapınak yapsam ne olur? Tanrı çok mu kızar acaba?


Ama Türkiye, kardeşim, Türkiye’nin sebzeleri ve meyveleri mükemmelin ötesi. Nirvana’ya ulaştıktan sonra bunlar cennette sofranda sunuluyor herhalde. Bir Japon arkadaşım var—bizim düğünümüz için İstanbul’a geldi ve buradayken Çanakkale domateslere aşık oldu. Aşık! Bir domatesle evlenebilirdi, o kadar. Her bakkaldan geçtiğimiz zaman bir tanesini alıp, elma gibi şapır şupur yiyordu. Hatta bizim Japonya’ya gittiğimiz zaman tek istediği şey simit ve Türkiye’nin domatesleriydi. Ben bir bavula domatesle doldurdum ama, maalesef gümrükte çalışan adam içeriye götürmeye izin vermedi. Birde beni sitem etti. Ama sitem derken, Japon nezaketle. “Çok özür dilerim, ama siz yasa dışı bir şey yapmışsınız. Söylemek uygun olmayabilir ama gümrük kartında yazıyor. 'Sebze yasak'. Maalesef, biz bitkisel ürünlerini kabul edemeyiz. Kusura bakmayın. Çok affedersiniz.” Benim domates kaçakçı kariyerim ilk teşebbüsümle bitti!  Bu sebzenin (meyvenin?) uğruna nazik nazik hapse atılabilirdim! Ama onur olarak sayardım. Eminim ki o memur domatesin her birisi gizli gizli bitirdi, uluslararası hukuku boş ver, bu domates Çanakaleli!
  
Japonya'nın en lezzetli yabancı damadı
Hem Amerika’ya, Hem Türkiye’ye bir puan

Toplam---2-2
Burada duralım. Maçın ilk yarı sona erdi. Beraber kaldık. Bir sonraki yazımda devam edeceğim. Söz.

Kim kazanacak? Kim en iyisi? Haftaya öğreneceğiz.