Geçen
yaz, her sene gibi, eşimle ben ailemi ziyaret etmek için Amerika’ya gittik. Her
memleketime döndüğüm zaman oldukça sarsıcı bir kültür şokundan geçiriyorum. Çok
şey unutuyorum. Amerika’nın büyüklüğünü mesela. Her şey gereksizce kocaman
ediliyor. Restoran’da küçük boy bir limonata istiyorsan, garson bir kova
getiriyor masaya. Bu sana servis edebilmek için en az 10 tane mahsum limon ağacı
zalimce katledilmiş. Yemek de öyle. Bir Meksika restorandan bir kişilik ‘fajitas’ porsiyon alıyorsan, geri kalanlarla küçük bir gelişmekte olan ülkeye yedirebiliyorsun. Kütleçekimi var ya--fen dersinden hatırlıyorsundur. Kütle çok oldukça--bir gezegen gibi mesela--çekme kuvveti oluşturuluyor. Amerika’daki
porsiyonların kütlesi o kadar büyük ki, kendi yerçekimi alanı oluşturup uzaydan
muhtelif cihazlar kendine çekiyor. Hatta bize göre, bir yemek tabağın etrafında bir
yörüngede dönen iki, üç tane doğal uydu yoksa, meze olarak bile sayılmak için yeterli büyük değil.
Önemli olan, kütle!
![]() |
Jüpiter'in 63 uydusundan 12si. |
![]() |
Tipik Amerika'nın kahvaltı tabağının yörungesindeki uydular |
Arabalar
da öyle.
Amerika’da son gecemiz yeğenim (ablamın oğlu) bizi bir Japon restorana götürdü.
Abartmıyorum, onun arabasına binmek için bir merdiven gerekiyor. Arabanın içi
malikane gibi ferah. Sanki Cumhurbaşkanın özel uçağında bir okyanus üstünden
uçuyorsun—vallahi. Yeğenimin iki küçük, tatlı kızı var. Onlara arkaya oturttu,
resmen başka bir zaman dilimine sürgüne gönderilmişler gibiydi. Onlarla konuşmak için
telefon etmeye ihtiyacımız vardı. Neyse, yeğenim bu arabanın içine
beni attıktan sonra, sert bir sorgulamaya girişti.
![]() |
Yeğenimin Arabası |
“Ne
zaman vatana dönüyorsun? Ne zaman doğru dürüst bir iş yapacaksın? Neden bizi
terk ettin?”
Bunları
söyleyen adam, 28 yıl önce, kucağımda bir bebekti, ve bazen 15 yaşındaki ben onun boklu
bezlerini değiştirmek zorunda kalıyordum. Farkında olmadan, yarım şuursuzca, o
gözle bakmaya devam ediyorum, engelleyemiyorum. O beni ciddice sitem ederken, ben bir tarafta
“Altını yapmış mı acaba,” o eski refleksiyle aklımdan
geçiyor. Beni sırıttırıyor. Sırıtmam onu kızdırıyor. Daha sırıtıyorum.
Sonunda
sordu ki, “Peki hangisini daha seviyorsun, Amerikayı yada Türkiyeyi?”
“İkisinin
de güzel noktaları var,” diye politik bir cevap verdim.
“Ama
hangisi en güzel?”
İyice
beni sıkıştırdı. İtiraf etmem gerekirse, benim Türkiye’de yaşamam ailemin
hoşuna hiç gitmiyor. Ailemin fertlerinden benim dışında hiç kimse doğduğu
yerden kıpırdamadı. “Insulting Meatball’ın derdi ne” diye birbirlerine
soruyorlar. “Bizden nefret mu ediyor? Burda otursun!” Artık eşimi alıp, derhal dönmem şart
olduğu kanısındalar. Elbette esas sorun beni özlemeleridir. Beni çok özlüyorlar. Ama yine de bu
soru bana çok garip geliyor. Hangisi en güzel—ne açıdan? Açıkçası Türkler ve
Kürtler sık sık aynı soru soruyorlar. “Artık Türkiye’yi tercih ediyorsun dimi?
Hangisi daha güzel, Amerika ya bizimkiler?”
Benim için bir yarışma değil. Olamaz. Bunlar ülkeler,
canım, futbol takımları değil. Tarih var, her iki ülkenin içinde çokkültürlü
bir toplum var. Her ülkeyle ilgili konu o kadar çok boyutlu ki, nasıl öyle kabaca
kıyaslayabilirim ki? Bir de halk ve hükümetin arasında büyük bir fark var. Ayrıca...
Tamam
tamam, boş ver. Sonunda istediğini vereceğim. Basit, kaba bir şekilde bir kaç
açıdan hangi ülkenin daha iyi olduğunu söyleyeceğim. Bir futbol maç gibi puan hesaplayacağım.
Beynimin ilkel olmayan kabiliyetini kullanmak yasak. İlk ve son olarak, karar
vereceğiz. Hangisi daha güzel!
Yerlerinize....hazır....başlayın!
Bir
halkın en önemli değerlerinden başlayalım.
1. Süt Kutuları
Özür dilerim, Türkiye, bu konuda Amerika şüphesiz kazanır. Buradaki karton kutular neyin
faydası var? Eminim ki kasten sütü her tarafa saçmak için bir üç harfli
tarafından tasarlanmış. Her bardağımı doldurmaya çalıştığım zaman süt çeşme
gibi tezgaha ve üstüme dökülüyor. Zavallı ineğin emeği boşa gidiyor yani.
Amerika’daki kutular plastik, ağızları sert ve yuvarlak. Çok sakar bir gerzek
olmazsan, (Bir de ben o sakarlardan biriyim ama o başka bir mevzu) dökülmek yok.
Amerika—1 puan
Toplam---1 - 0
![]() |
Türkiye'nin lanetli süt utulardan biri |
2. Tuvaletler.
Galibiyet
Türkiye’ye—neden? Türk klozetlerinde bide var—mahkemeye ifadem kısaysa da, yeterli.
İsmim Terbiyesiz Köfte olabilir ama
fazla detaya girmeyeyim. Sadece bunu diyeyim, bu bideler bir adamın işini çok
kolaylaştırıyor. Affedersin. Amerika’dayken bizim klozetlerimiz bana o kadar
ilkel gibi geliyor ki, sanki üçüncü değil dördüncü dünyaya gelmişim.
Alaturka
olanlar ise spor için de çok yararlı. Hem bacağın esnekliğini hem gücünü
geliştiriyor. Ben Japonya’da da otururdum, eskiden. Onlarda alaturkaya benzer
bir tip klozet var. Onlara göre, böyle bir tuvalet kullananların bedenleri
yaşlanınca sertleşmez—esnek kalıyorsun. Gerçekten Japon yaşlılar son derece
çevik görünüyorlar. Ayrıca Japonya’nın en büyük yazarlardan biri, Juniçiro Tanizaki, “Gölgeye Övgü”
adlı bir denemede Alaturka (Alajapon?) tuvaletler sembol olarak kullanıp,
Batı’nın etkisine karşı geleneksel güzelliği ve zarafeti beklenmeyen yerlerde
bulduklarını ve korunmaya gerektiğini iddia ediyor.
Bir alıntı:
“Biri geleneksel
Japon mimari elemanlardan en çok zarif estetiğe sahip olan tuvalet olduğunu iddia
ederse yanlış olduğunu söylenemez. Dediğim gibi geleneksel güzelliğimize birkaç
şartlar var—bir derece loşluk, kusursuz temizlik, bir de en önemlisi, bir
sivrisineğin vızıldamasını duyabilinceye kadar mutlak ve gizemli bir sessizlik.
Böyle bir tuvaletten hafif yağmurun sesini dinlemekten çok hoşlanıyorum. Aşırı
parlak aydınlatılan batı tuvaletlerde böyle mütevazi sevinç imkansız.”
Alaturka deyip
geçmez—bunlarda esrarengiz bir estetik var.
Türkiye—1 puan
Toplam---1-1
![]() |
Bu zarifetin daniskalarını kullanmayı öğrenmek istersen, Japonyadan bir kılavuz |
3. Yemekler.
Bu son derece
karmaşık ve hassas bir konu. Aslında en iyisi şimdilik başka bir yazı için bir
kenara bırakayım. Fakat bunu söyleyeyim bari—sen, güneşli sonbahar bir Pazar
sabahında, bekon ile kahvenin kokularına hiç uyanmadıysan, hayatında büyük bir eksik
var, yemin ederim. Tibet’e git, Nirvana’ya ulaş, yine de bu dünyaya vefat
ettiğinde bir ukde kalacak içinde. “Ama domuz etini yiyemiyorum,” diyorsun. “O
et pis, helal değil!” diyorsun. Tamam, helal olsun. Merak etme, yemek
istemediğin bekon bana uzat, senin hatırana kendimi adak masasına fırlatacağım,
bu lanetli lezzetli eti yiyeceğim. İnanılmaz bir cüretle senin önüne gelen o bekonun
son kırıntısına kadar bitireceğim, senin önünde bir atom bile kalmasın diye.
Hatta seni ne kadar sevdiğimi göstermek için istersen bir porsiyon daha iste. Onu
da yiyeceğim.
![]() |
Dalai Lama diyor ki, nirvanaya boş ver, bu kadar uzun bir bekon dilimin varsa yeter |
(Bir itirafım—çok çok eskiden bir kız arkadaşım vardı, pek yemek
yemeyi beğenmedi. Bir öğün onun için en çabuk bir şekilde aradan çıkarılması
lazım olan bir dertti—kol altlarındaki kılları tıraş etmek gibi bir şey,
yani. O yüzden bir restorana gittiğimiz zaman ben ona
kendi en çok sevdiğim yemeklerini istiyordum. Beş dakika içinde, o “Canım, bunu
bitiremiyorum! Sen yer misin?” derdi. Ben, sanki gerçekten istememişim bir
sesle, “İstersen ver bana, tokum ama yine de deneyim.” Böyle hem sevdiğim
yemeklerinin iki katını yiyebilirdim, hem kızın gözüne girmış oldum.)
Bize
bekon o kadar önemli ki bir laf var, “Bring home the bacon.” Onun Türkçeşi
“Bekon eve getirmek” oluyor. Yani ailesinin geçimini sağlamak demek. Bir
dilenci için bir gün çevirmen olursan, “Ekmek parası lütfen” “Help me bring
home the bacon” olarak çevirebilirsin.
Ama Türkiye,
kardeşim, Türkiye’nin sebzeleri ve meyveleri mükemmelin ötesi. Nirvana’ya
ulaştıktan sonra bunlar cennette sofranda sunuluyor herhalde. Bir Japon
arkadaşım var—bizim düğünümüz için İstanbul’a geldi ve buradayken Çanakkale
domateslere aşık oldu. Aşık! Bir domatesle evlenebilirdi, o kadar. Her bakkaldan geçtiğimiz zaman bir tanesini alıp, elma
gibi şapır şupur yiyordu. Hatta bizim Japonya’ya gittiğimiz zaman tek istediği
şey simit ve Türkiye’nin domatesleriydi. Ben bir bavula domatesle doldurdum
ama, maalesef gümrükte çalışan adam içeriye götürmeye izin vermedi. Birde beni
sitem etti. Ama sitem derken, Japon nezaketle. “Çok özür dilerim, ama siz yasa
dışı bir şey yapmışsınız. Söylemek uygun olmayabilir ama gümrük kartında
yazıyor. 'Sebze yasak'. Maalesef, biz bitkisel ürünlerini kabul edemeyiz. Kusura bakmayın. Çok
affedersiniz.” Benim domates kaçakçı kariyerim ilk teşebbüsümle bitti! Bu sebzenin (meyvenin?) uğruna nazik nazik hapse
atılabilirdim! Ama onur olarak sayardım. Eminim ki o memur domatesin her birisi gizli gizli bitirdi,
uluslararası hukuku boş ver, bu domates Çanakaleli!
![]() |
Japonya'nın en lezzetli yabancı damadı |
Hem Amerika’ya, Hem
Türkiye’ye bir puan
Toplam---2-2
Burada duralım.
Maçın ilk yarı sona erdi. Beraber kaldık. Bir sonraki yazımda devam edeceğim.
Söz.
Kim kazanacak? Kim
en iyisi? Haftaya öğreneceğiz.
Yazını yine keyifle okudum Jeff, ne güzel yazmışsın. Sana, ah bir de eski domateslerimizi görseydin demek istiyorum:)
YanıtlaSilAh Jülide, bu eski domates gerçekten daha güzelse ben mutlaka yeyip ölerdim--aşırı lezzetten! Teşekkürler--iyisin umarim....
YanıtlaSil