![]() |
Yaratıcı Yazarlığı okumak için, ideal üniversite |
Türkiye’de biraz kafadan çatlak oldum galiba.
Geçen hafta, bir gün ben yeni bir Türkçe kitap
aramak için Nezih’e dalmiştim. Öyküler okumak istedim. Edebi bir şey olsun ama aynı
zamanda komik, kısa bir şey olsun diye mizah bölümünde kendimi buldum. Bir sürü
kitaplara göz attıktan sonra, sonunda iki yazarın arasına seçeneğimi sınırladım—Muzaffer
İzgu ile Aziz Nesin. Ama bir türlü son kararı veremedim. Hiç düşünmeden,
Muzaffer İzgü’nün arka kapaktaki biyografisine göz gezdirmeye başladım. Neyi arıyordum, peki? Amerika’da olsaydım hangi ödülleri kazandığına,
eleştirmenlerin yorumlarının ne olduklarına, diğer tanıdığım yazarların onun
hakkında ne söylediklerine bakardım, ama hayir. O tip şeylere değildi. Tek bir
kriterim buydu—içerde yattı mı, yatmadı mı? Hapisten bahsediyorum yahu. Aziz
Nesin’in Emniyet’le bir kaç kere kendi başını belaya soktuğunu biliyordum.
Hatta bir güruh onu yakmaya bile kalkmıştı. Unvanı var, yani, o açıdan. Ya Muzaffer
İzgü? En az o kadar dertlere sahip çıkamazsa, benim paramı Aziz Nesin’e gider,
tereddütsuz!
Artık bir yazar okumaya değıp değmeyeceği
karar vermek için kullandığım denek taşı bu oldu. Hiç cezaevine gitmişler mi?
Gitmişse, kaç yıl yatmış? Halbuki sanattaki hakiki devler söz
konusu olsa ya suikast edildi ya sürgün edilip gurbette erilip öldü ya en
azından bir suikast girişimle uğradı. Hiç olmazsa, ona karşı Türklüğe alenen
hareket ettiği için bir dava açılsın, bir zahmet.
Ben yazar olmaya çalışan biri olarak, bu
edebiyata karşı işlenen şiddeti bir teselli olarak algılıyorum, açıkçası, çünkü ‘Türkiye’de o kadar edebiyata değer veriyoruz ki, sizi öldürmeye bile
razıyız,’ demek.
![]() |
Biraz şaşırtıcı olabilir ama en çok edebiyatı destekleyen kesim bunlar |
Bugünlerde Amerika’da bir cinayet işlemek için yeterince yazarlara ve
yazılarına değer veren birini bulabilmek çok zor bir iş, bence. Mümkün
olmayabilir. Diyelim ki, bir kitap kaleme alıyorsun. Konu bu oluyor--bir vatandaş Başkan
Obama’yı en kolay bir biçimde nasıl suikast yapabilir. Hatta son sayfalarında
tekrar tekrar ‘Bir de, ben gerçekten yapacağım! Yemin ederim!’ bir psikopatın
karamalarla yazsan bile, polis senin telefonunda bir dinleme bile yapmaya
tenezzül etmezler.
Biz yazarları ciddiyete almıyoruz, hiç. Bak, siz
yazarlarınıza ‘hocam’ diyorsunuz, biz ‘inek’ diyoruz. Birine ‘ben yazar olmak istiyorum’
demek, ‘ben bir UFO pilotu olacağım’ demekle aynı şey, o derecede. Bizim için,
bir ‘yazar’ kendi odana kapanıp, her akşam sarhoş olan işsiz sapsız, baldırı
çıplak bir serseri demek.
Mutlaka bu yüzden bizimkiler pek yazarları içeriye atmaya meyilli değiller.
Ama yanlış anlama, bu durum bizim sistemimizin o kadar adalete dayanmış
olmasından dolayı değil. Bizim müesses nizamın bu serserilerin ve ineklerin
kelimelerinin hiç etkili olabildiklerine inanamamasından dolayındır. Belki bu
yüzden, Seymour Hersh halen serbeştçe cezaevinin dişında istediği gibi dolaşıyor.
‘Amerikalılığa alenen hakaret’ eden biri varsa, odur. Ordumuz Vietnam’da
savaşırken bir Amerikan bölüğün bir köy sivillerini katlettiğini kamuoyuna
duyuran adam odur. ‘Çöl Fırtınısa 2’ esnasında Abu Ghraib cezaevinde bizim
askerlerimizin işkence uyguladıklarını teşhir eden gazeteci de odur. Üstelik
Osama Bin Laden öldürüldükten sonra İngletere’nin Guardian’a ‘Bu olay hakkında
Obama’nın her söylediği cümle büyük bir yalan’ diye iddia eden de odur.
Bunlara rağmen, bu adamın adını bilen bir Amerikalıyı bulmak hiç kolay değil.
En son zaman yurttaşlarımdan biriyle Seymour Hersh’den söz ettiğimde, benim ünlü
Herşey çikolata şirketinin sahibinden bahsettiğimi zannediyordu. ‘Tamam,’ dedi,
‘Çok güzel cevizli gofret üretebiliyor ama onun yazısı ne kadar güzel olabilir
ki?’
Çok çaba göstersem, belki onu öldürmek isteyen
biri bulabilirim. Nazi dövmeli ‘beyaz üstünlük’ adına bir yerli terör grupa
katılan delikanlıyı yabancı filmlerinde görüyorsundur, ara sıra. Yeni yeni
acemi çaylak olduğu için üst kademelere kendi değerini kanıtlamak için her
hangi bir suç olsun ama bir suç işleyeyim diyen biri. Eminim ki, böyle bir
tipe bir trol olarak Seymour Hersh’in yazdığı websitelere (evden, tabii) tehditle dolu yorum yazdırabilirim. Ama bir grubun Hrant Dink’e yaptığı gibi kıçını
kaldırıp bir pankart alarak eylemi yapmaya ikna etmek istersem daha zorluk
çekerim, hatta Aziz Nesin’e bir ayaktakımın yaptığı gibi onun kaldığı binaya
ateş vermeye.
Söylüyorum, ya.
Yazarlara değer vermiyoruz.
Amerikalılara karşılaştırsak, edebiyat
konusunda Türkiyeliler daha bilinçli. Mesela, Orhan Pamuktan söz etsem herkes
kim olduğunu biliyor, yazma okuma olmayanlar bile. Tamam, ilk Türkiye’de
öğrettiğim sınıfımda ‘Orhan Pamuk’un kitapları okudum’ ağzımdan çıkar çıkmaz,
öğrenciler bana samimi bir şekilde saldırdılar. ‘Hain!’ biri bağırdı, ‘O piçin
kitabı okursan sen de Türkiye’nin düsmanı sayılırsın!’ Bir tanesi daha sakin
bir ses tonuyla ‘Sokakta onu görsem kendi elimle boğazlayacağım’ dedi. Ama hiç değilse bu
yazarın kim olduğunu biliyorlardı! Bizim uluslararası alanda en tanınan
yazarımız, yani herkesin onun adını bildiği sanatçı, yani....kim? Vallahi,
bilmiyorum. Ben okumayı çok seviyorum, fakat genelde ölü yazarları tercih
ediyorum.
![]() |
Öyle mi? |
![]() |
O zaman bu okula gel! Dam Sanat Enstitüsü. Bunlar en mutlu müşterilerimizlerdenler. |
Bir dakka, Google’de çabucak bir arama yapıp
bakayım. Evet, ‘Uluslararası alanda tanınmış Amerikan yazarlar.’ Ne çıkacak
acaba? Yükleniyor, yükleniyor. Ha! Meğerse bizim en iyi uluslararası satan
yazarımız Daniele Steele’dir. Ama onun romanlarının genelde açık saçık
sahnelerle dolu melodramatik aşk hikayeleri olduklarına göre, kendi dili ve
edebiyatı seven inekler hariç, hiç kimsenin hatırını kırmaz. Stephanie Meyers
da var—Daniele Steele’in kitapların kapaklarında üstü çıplak beyefendileri
gebertip, vampir olarak diriltirsen Stephanie Meyers’in romanları ortaya çıkar.
Bunu da Orhan Pamuk gibi birine benzetemiyorum. Sırada 3 numara Dr. Seuss’dur—bir
çocuk yazarı. ‘Şapkadaki Kedi’yi yazdı mesela. O tekerleme söyleyen otlakçı kediyi neyle suçlayabiliriz? Terör olabilir mi?
Aslında dünyada en 100 popular Amerikan
yazarlarının eserlerinin hiç birisi edebiyat olarak sayılamaz. Tamam, sırasında
65inci olan Erskine Caldwell’in romanları ‘edebiyat’ sayılabilir ama Erskine
çoktan ölmüs.... Dimi? Emin değilim. Bir Google’le bakayım...evet! Çoktan vefat
etmiş.
Başka bir açıdan bu konuya yaklaşayım.
Orhan Pamuk’un Nobel Ödülünü kazandığı için,
kamuoyunun dikkati onun üzerine çekildi. Peki, Amerika’nın en son Nobel kazanan
yazarı Toni Morrison’dır. 1993 yılında kazandı, 20 yıl aşkın önce. Bayağı zaman
geçti ama olsun. Profesyonel bir sosyolog gibi bilimsel araştırmayı yaptım. Yani Facebook’a
çabuk bir anket koydum ve inekler olan hariç,
sadece bir kişi Toni Morrison’un ismini biliyordu. ‘Evet bir yerde o ismi
görmüşüm sanki,’ ablam dedi. ‘Zenci bir hanım efendi galiba.’ Maalesef, hiç bir
Amerikalının Toni’ye karşı bir suikast girişiminde bulunmasına kadar yeterince
ona değer vermiyor. Adam gibi ona dava açan biri bile yokmuş. Türkiyenin
örneğine en yakın olan belki bizim Milli Şairimiz olarak seçtiği Robert Hass’dır.
2011 yılında Wall Street İşgal Et protestolar esnasında sevgili polisimiz direk 73 yaşındaki Robert Hass’ın yüzüne biber
gazı sıktılar. Sonra coplarla hırpaladılar
biraz. Tabii ki, polisin tarafından hunharca saldırılan bir şairden, beklediğin
gibi, harika şiirler sel gibi çıkıyor.
Acaba bazı Amerikalılar biraz endişelenıyor
mu? Yani, yazarlarımız baskısız kaldığı için bizim milli edebiyatımız geri mi de
kalacak? Ülkem yardım etmemi isterse, ben
bir kaç yazarlarımızı telefon edip, canını tehdit etmeye razıyım. Milli
edebiyatımız kendimi adamaya değer bir dava çünkü. Gerçi bu planın geri
tepmesini sevmeyebilirim. Yani en son istediğm şey Toni Morrison’un ya Robert
Hass’ın bana karşı uzaklaştırma cezasını uygulatmalarını. Benim iyi niyetli olduğumu
anlamayabilirler.
Bize lazım olan Kerem Kerinçsiz gibi bir
Amerikan modeli. O ortayaşlı avukat var ya? Orhan Pamuk’u, Elif Şafak’ı, Hrant
Dink’i ile 40 gazeticileri daha ‘Türklüğe alenen hareket etmek’ ile suçlayarak,
301 maddesinin altında dava açan Türk hukukçu, ki Ergenekon davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarpıtırıldığı için kendisi bir hücrenin dört duvar arasında bir kaç ay yatıyordu (müebbes bir kaç ay demek mi?).
Onun gibi birine ihtiyacımız var, evet. Yani bir cadı avı memnuniyetle
başlatabilen bir vatandaş, uzaklaştırma cezası mezası boş verebilen bir yiğit.
Bizim yerli PEN Yazar Derneği elinden geleni yapıyor. 1971den beri Amerika’nın
cezaevlerinde ‘yaratıcı yazarlık’ kursları gönüllü olarak veriyorlar. Ama
İnglizce bir deyim var, 'put the cart before the horse' (arabayı atın önünde koymak), yani bir iş tersten
yapmak. PEN’in yaptığı şey aynen öyle.
İçeriye atmadan önce yazmaya başlamaları lazım, sonra değil. Sihirli sırrı bu.
Hapişte yazmaya başlamak tıpkı gemiden atıldıktan sonra yüzmeyi öğrenmek gibi
bir şey.
Bu edebi yarışta Amerika Türkiyeye yetişmeye
çalışırken, ben ne kadar resmi nefreti uyandırabilidiğine göre Türkiyenin
yazarlarını değerlendirmeye devam edeceğim. Benim Türkiye’nin (ve dünyanın) en
çok sevdiğim şairi o mavi gözlü dev, Nazım Hikmet. Adam onlarca yıl hapiste
yattı ve çıkınca sürgüne kaçmak zorunda kaldı. Neden? Hükümetin websayfasının bayağı
rahatça anlattığı gibi, ‘katledilmekten korkuyordu.’ Türkiye’deki ilk sınıflarımdan birini etkilemek istediğimde, ‘Nazım Hikmet’i seviyorum’
demiştim. Yemek molasında genç öğrencilerimden biri gizli gizli beni kenara
çekip ‘O adamın adını açık açık söylemekten dikkatli olsan daha iyi olur’ diye
fısıldandı. Süper! Şanslıysam, bir gün sırf benim romanlarımı sevdiği için biri aynı şekilde başka
birine kenara çekip, dolaylı bir biçimde onu tehdit eder. İnşallah!
Bir dev daha, tabill ki, Yaşar Kemal’dır. Bana
göre, dünya’nın en yetenekli ve önemli yazarlarından biri. Onun yediği baskı
nasıl değerlendirbiliriyoruz? Çok küçük bir yaşta başlamış, bu adam. Sadece 4
yaşındayken biri onun gözünü bıçaklayıp çıkartmış. Tamam, meğerse hapiste
yalnız 20 ay kalmış, ama 4 yaşındayken biri onun gözünü bıçaklayıp çıkartmış!
Üstelik, onun ilk yazdığı iki roman polis tarafından zaptedilip, imha edilmiş.
Hiç bir fikrin var mı? Bir roman yazmak için ne kadar sevdanı alınterini
emeklerini vermen gerekiyor diye?
Ama bu Yaşar Kemal var ya. Tek gözlü olabilir ama o göz
bin tane adamın gözlerinden daha pek. Hrant Dink’in cinayetinden sonra bir basın
açıklaması yapmış, Yaşar Kemal. Bir muhabir ‘Kendiniz adına endişe duymuyor musunuz’ diye
sormuş. Yaşar Kemal yanıtlamış ki, ‘Benim umrumda
değil. Yaşamışım yaşayacağım kadar. Hodri meydan. Onlara s*ktirgit diyorum.’
Ağzınıza sağlık, kralım benim!
Bu yazının başlangıcında Aziz Nesin’den söz ettim. Genelde okuduğum onun herşeyini sevdim. Dolaysıyla, doğal olarak bir grup onu yakıp kül etmeye çalışmış. Ondan sonracıma, Orhan Kemal var. Zaten o Nazım Hikmet’in hücre arkadaşıydı, hatta hapiste harbiden Nazım’dan yazmayı öğrenmiş. Onun CV tamdır. Sırada Mehmet Uzun var—Kürtçe yazmayı ısrar ettiği için mahkum edilmiş ve sonra sürgün edip, gurbette ölmüş. Yani onun özgeçmişi de bayağı sağlamdır. Amerika’da da ünü kazanan Elif Şafak ve Orhan Pamuk’a geldik. Ikisine karşı sevgili Kemal Kerinçsiz bir dava açmış ve o yüzden ölüm tehditleri su gibi geldi. Fakat ikisi de ne içerde yattıkları ne doğru dürüst bir suikast denemeye bile uğradıkları için benim biraz kuşkum var. Belki o yüzden benim kanım onların romanlarına yüzdeyüz kaynamadı.
Kabul etmek gerekirse, en çok beni merak eden Oktay
Anar’dır. ‘Suskunlar’ı okudum ve bayıldım. Mühteşem bir eserdi. Ama bildiğim
kadarıyla hiç kimse ne onu öldürmeye çalışmış ne ona karşı bir dava açmış ne de
bir saat bile bir hücrede kalmış. Adam nasıl kendisini geliştirecek ki? Onun
yazıları sonsuza kadar bugünkü seviyede kalacağa mahkum mu? Kendisi ne kadar
büyük bir tehlikenin altında olduğunu seziyor, herhalde çünkü başka insanların mahkemelerine takılıyor. Örneğin 2006
yılında Pinar Selek’in mahkemesine gitmiş. Belki kendisini başkanın gölgesine
böyle fırlatarak, biraz nüfuz kazanmaya ve eserlerine bir şarj vermeye
çalışıyor. Başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Her neyse, bugünlerde göz
altına alınmak istersen gittikçe daha kolay olduğuna göre, inşallah, İhsan Bey
de şansı tanıyacak.
Bugünlerin cezaevinden yeni çıkanlarına
bakarak, bunlar da belki edebi bir değer olan eserler üretebilirler mi acaba diye
meraklıyım. Kim bilir, bir gün Ali Ağaoğlu’nun kaleminden o kadar muazzam
şiirler düşecek ki, sevgililerimize okuyacağız, bir yıldızlı bahar gecesinde. İçerdeyken,
bu yerli mahkumlar için PEN Türkiye bir yaratıcı yazarlık kurş açtı inşallah,
cezaevlerinde. Açmadiysa açsınlar bari. İsterseler ben öğretmen olayım. Gerçi
biraz geç oldu, zira benim ideal sınıfa Kemal Kerinçsiz da kayıt olacaktı. Evet
bizim Kemal ki, onlarca yazarları içeriye kapattıktan sonra onlardan biri
oluverip, kendisi bir hücreyi boyladı. O ıslah edilebildiğine inanmak
istiyorum. Şöyle olacaktı. Bir gün Kemalcığım ilk öyküye kalem alacaktı. Konu,
ne bileyim, ortayaşlı bir vatansever avukat pırıl pırıl genç bir kızla aşk
arıyor. Ama kız yeterince vatanı sevmediği için, iş bozuluyor, ayrılıyorlar. Avukat
perişan oluyor. Öğretmen olarak, sınıfın önünde sesli okutacaktım ona—daha
yüksek bir sesle lütfen--herkes dinlesin, gülsün. (İlk öykülerimiz genelde
gulunç oluyor. Bu kaçınılmaz bir gerçek) Okuduktan sonra öğrencilerden
yorumları yönetecektim. ‘Evet! Katılıyorum, Kenan. Çok güzel bir parodiydi! Ee?
Ne oldu, Kemalcığım? Parodi değil miydi? Ağlama ya! Hepimizin ilk öyküsü biraz
çöp gibi. Ne olur?’ Adam belki böyle öğrenebilir, ülkenin yazarlarına saygı
göstermen, koruman, belki de acıman lazım. Ama saldırmak yok. Asla. Ama en çok
böyle bir kurs başlanmasını istediğim neden şu—o kadar yazarlar hapiste yatıyor ve yatıyordu ki, biz bir altın madeninin üzerinde oturmak gibiyiz. Altın madeni, yemin
ederim!
Üzülücü bir gerçek ama Amerika’nın
cezaevlerinde böyle bir edebi kaynağı yok. Bir yazara ya bir aydına baskı
yapmak istersek, genelde taşerona veriyoruz. Mesela Yemen’de pek hoşumuza
gitmeyen bir gazetecinin göz altına alınmasını ‘teşvik’ edebiliriz ve öyle Yemen’in
edebiyatı körüklüyoruz, ama kendi yazarlarımıza yardım etmek için hiç bir
parmağımızı oynatmıyoruz. Bir dakika—kasten Yemen’de bir yazarın tutuklanmasına
destekliyorsak demek ki, benim iddia ettiğim aksine, bizim hükümet bir yazarın
ne kadar etkili olabildiğini çok iyi biliyorlar. Yani bizimkileri yazarlarımızı
içeriye atmayarak ya gizli gizli suikast yapmayarak, mahsus kendi sahamızda
bizim edebiyatı baltalamaya çalışıyor. Hayret!
![]() |
Kedi Lobisi bile gaza geldi, yazar olmak istiyorlar! |
Neyse, Moda’daki Nero
Kahvede bu düşünceleri zihnimde evirip çevirirken, bir kadın omuzuma hafifçe
dokundu. ‘Affederseniz,’ dedi. ‘Bizim fotoğrafımızı çeker misiniz?’ Bu kadın benim Nero’ya girdiğimden beri izlediğim bir üçlünün birisiydi. Biri mikrofon’la çok
soru soruyor. Biri (bu kadın) cevap veriyordu ve biri sürekli fotoğraf
çekiyordu. Belli ki tanımadığım yıldızla bir röportaj yapılıyordu.
Fotoğrafını çektikten sonra, karşımdan eşim
sessizce ama abartılı dudak hareketleriyle ‘She’s famous!’ dedi. ‘A writer!’
Yani, ‘o çok ünlü bir yazar’. Kadının adını söyleyince, hemen yıllarca önce
okuduğum romanın yazarı olduğunu anladım. O zamanlarda ilk Türkçe okuma
deneyimlere başlıyordum. Hatırladığım kadarıyla kadının romanının o kadar
beğenmedim ama kendisi çok kibar ve nazikti. Çıktığında bir daha omzuma
dokunup, ‘Tekrar teşekkür ederim! İyi akşamlar!’ Ne kadar efendi bir kadın! Biraz yardım etsem ne olur?
‘Yanlış anlamayın,’ dedim. ‘Fotoğrafınızı
çekmem hiç bir problem değildi. Çok sevindim ama biraz öğut verebilir miyim?
Gerçekten şah eseriniz yazmak isterseniz tutuklanmanız lazım. Söylüyorum size. Yapacak
bir şey yok. Bir şey burdan çalsanız bile yetebilir. Yoksa bu kadar göstermelik
yargılamalar ve operasyonlar yürütülürken onlardan birine katılsanıza?’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder