11 Ekim 2014 Cumartesi

Dünya Kupası--Birazdan Sonra En İyi Ülke Hangisi Olduğunu Açıklayacağım 1

Geçen yaz, her sene gibi, eşimle ben ailemi ziyaret etmek için Amerika’ya gittik. Her memleketime döndüğüm zaman oldukça sarsıcı bir kültür şokundan geçiriyorum. Çok şey unutuyorum. Amerika’nın büyüklüğünü mesela. Her şey gereksizce kocaman ediliyor. Restoran’da küçük boy bir limonata istiyorsan, garson bir kova getiriyor masaya. Bu sana servis edebilmek için en az 10 tane mahsum limon ağacı zalimce katledilmiş. Yemek de öyle. Bir Meksika restorandan bir kişilik ‘fajitas’ porsiyon alıyorsan, geri kalanlarla küçük bir gelişmekte olan ülkeye yedirebiliyorsun. Kütleçekimi var ya--fen dersinden hatırlıyorsundur. Kütle çok oldukça--bir gezegen gibi mesela--çekme kuvveti oluşturuluyor. Amerika’daki porsiyonların kütlesi o kadar büyük ki, kendi yerçekimi alanı oluşturup uzaydan muhtelif cihazlar kendine çekiyor. Hatta bize göre, bir yemek tabağın etrafında bir yörüngede dönen iki, üç tane doğal uydu yoksa, meze olarak bile sayılmak için yeterli büyük değil. Önemli olan, kütle!

Jüpiter'in 63 uydusundan 12si.
Tipik Amerika'nın kahvaltı tabağının yörungesindeki uydular


Arabalar da öyle. 

Amerika’da son gecemiz yeğenim (ablamın oğlu) bizi bir Japon restorana götürdü. Abartmıyorum, onun arabasına binmek için bir merdiven gerekiyor. Arabanın içi malikane gibi ferah. Sanki Cumhurbaşkanın  özel uçağında bir okyanus üstünden uçuyorsun—vallahi. Yeğenimin iki küçük, tatlı kızı var. Onlara arkaya oturttu, resmen başka bir zaman dilimine sürgüne gönderilmişler gibiydi. Onlarla konuşmak için telefon etmeye ihtiyacımız vardı. Neyse, yeğenim bu arabanın içine beni attıktan sonra, sert bir sorgulamaya girişti.
Yeğenimin Arabası

“Ne zaman vatana dönüyorsun? Ne zaman doğru dürüst bir iş yapacaksın? Neden bizi terk ettin?”

Bunları söyleyen adam, 28 yıl önce, kucağımda bir bebekti, ve bazen 15 yaşındaki ben onun boklu bezlerini değiştirmek zorunda kalıyordum. Farkında olmadan, yarım şuursuzca, o gözle bakmaya devam ediyorum, engelleyemiyorum. O beni ciddice sitem ederken, ben bir tarafta “Altını yapmış mı acaba,” o eski refleksiyle aklımdan geçiyor. Beni sırıttırıyor. Sırıtmam onu kızdırıyor. Daha sırıtıyorum.

Sonunda sordu ki, “Peki hangisini daha seviyorsun, Amerikayı yada Türkiyeyi?”

“İkisinin de güzel noktaları var,” diye politik bir cevap verdim.

“Ama hangisi en güzel?”

İyice beni sıkıştırdı. İtiraf etmem gerekirse, benim Türkiye’de yaşamam ailemin hoşuna hiç gitmiyor. Ailemin fertlerinden benim dışında hiç kimse doğduğu yerden kıpırdamadı. “Insulting Meatball’ın derdi ne” diye birbirlerine soruyorlar. “Bizden nefret mu ediyor? Burda otursun!” Artık eşimi alıp, derhal dönmem şart olduğu kanısındalar. Elbette esas sorun beni özlemeleridir. Beni çok özlüyorlar. Ama yine de bu soru bana çok garip geliyor. Hangisi en güzel—ne açıdan? Açıkçası Türkler ve Kürtler sık sık aynı soru soruyorlar. “Artık Türkiye’yi tercih ediyorsun dimi? Hangisi daha güzel, Amerika ya bizimkiler?” 

Benim için bir yarışma değil. Olamaz. Bunlar ülkeler, canım, futbol takımları değil. Tarih var, her iki ülkenin içinde çokkültürlü bir toplum var. Her ülkeyle ilgili konu o kadar çok boyutlu ki, nasıl öyle kabaca kıyaslayabilirim ki? Bir de halk ve hükümetin arasında büyük bir fark var. Ayrıca...

Tamam tamam, boş ver. Sonunda istediğini vereceğim. Basit, kaba bir şekilde bir kaç açıdan hangi ülkenin daha iyi olduğunu söyleyeceğim. Bir futbol maç gibi puan hesaplayacağım. Beynimin ilkel olmayan kabiliyetini kullanmak yasak. İlk ve son olarak, karar vereceğiz. Hangisi daha güzel! 

Yerlerinize....hazır....başlayın!

Bir halkın en önemli değerlerinden başlayalım.

1. Süt Kutuları

Özür dilerim, Türkiye, bu konuda Amerika şüphesiz kazanır. Buradaki karton kutular neyin faydası var? Eminim ki kasten sütü her tarafa saçmak için bir üç harfli tarafından tasarlanmış. Her bardağımı doldurmaya çalıştığım zaman süt çeşme gibi tezgaha ve üstüme dökülüyor. Zavallı ineğin emeği boşa gidiyor yani. Amerika’daki kutular plastik, ağızları sert ve yuvarlak. Çok sakar bir gerzek olmazsan, (Bir de ben o sakarlardan biriyim ama o başka bir mevzu) dökülmek yok.
Amerika—1 puan
Toplam---1 - 0

Türkiye'nin lanetli süt utulardan biri

2. Tuvaletler.
Galibiyet Türkiye’ye—neden? Türk klozetlerinde bide var—mahkemeye ifadem kısaysa da, yeterli. İsmim Terbiyesiz Köfte olabilir ama fazla detaya girmeyeyim. Sadece bunu diyeyim, bu bideler bir adamın işini çok kolaylaştırıyor. Affedersin. Amerika’dayken bizim klozetlerimiz bana o kadar ilkel gibi geliyor ki, sanki üçüncü değil dördüncü dünyaya gelmişim. 

Alaturka olanlar ise spor için de çok yararlı. Hem bacağın esnekliğini hem gücünü geliştiriyor. Ben Japonya’da da otururdum, eskiden. Onlarda alaturkaya benzer bir tip klozet var. Onlara göre, böyle bir tuvalet kullananların bedenleri yaşlanınca sertleşmez—esnek kalıyorsun. Gerçekten Japon yaşlılar son derece çevik görünüyorlar. Ayrıca Japonya’nın en büyük yazarlardan biri, Juniçiro Tanizaki, “Gölgeye Övgü” adlı bir denemede Alaturka (Alajapon?) tuvaletler sembol olarak kullanıp, Batı’nın etkisine karşı geleneksel güzelliği ve zarafeti beklenmeyen yerlerde bulduklarını ve korunmaya gerektiğini iddia ediyor.

Bir alıntı:
“Biri geleneksel Japon mimari elemanlardan en çok zarif estetiğe sahip olan tuvalet olduğunu iddia ederse yanlış olduğunu söylenemez. Dediğim gibi geleneksel güzelliğimize birkaç şartlar var—bir derece loşluk, kusursuz temizlik, bir de en önemlisi, bir sivrisineğin vızıldamasını duyabilinceye kadar mutlak ve gizemli bir sessizlik. Böyle bir tuvaletten hafif yağmurun sesini dinlemekten çok hoşlanıyorum. Aşırı parlak aydınlatılan batı tuvaletlerde böyle mütevazi sevinç imkansız.”

Alaturka deyip geçmez—bunlarda esrarengiz bir estetik var.   

Türkiye—1 puan
Toplam---1-1

Bu zarifetin daniskalarını kullanmayı öğrenmek istersen, Japonyadan bir kılavuz

3. Yemekler.
Bu son derece karmaşık ve hassas bir konu. Aslında en iyisi şimdilik başka bir yazı için bir kenara bırakayım. Fakat bunu söyleyeyim bari—sen, güneşli sonbahar bir Pazar sabahında, bekon ile kahvenin kokularına hiç uyanmadıysan, hayatında büyük bir eksik var, yemin ederim. Tibet’e git, Nirvana’ya ulaş, yine de bu dünyaya vefat ettiğinde bir ukde kalacak içinde. “Ama domuz etini yiyemiyorum,” diyorsun. “O et pis, helal değil!” diyorsun. Tamam, helal olsun. Merak etme, yemek istemediğin bekon bana uzat, senin hatırana kendimi adak masasına fırlatacağım, bu lanetli lezzetli eti yiyeceğim. İnanılmaz bir cüretle senin önüne gelen o bekonun son kırıntısına kadar bitireceğim, senin önünde bir atom bile kalmasın diye. Hatta seni ne kadar sevdiğimi göstermek için istersen bir porsiyon daha iste. Onu da yiyeceğim. 
Dalai Lama diyor ki, nirvanaya boş ver, bu kadar uzun bir bekon dilimin varsa yeter

(Bir itirafım—çok çok eskiden bir kız arkadaşım vardı, pek yemek yemeyi beğenmedi. Bir öğün onun için en çabuk bir şekilde aradan çıkarılması lazım olan bir dertti—kol altlarındaki kılları tıraş etmek gibi bir şey, yani. O yüzden bir restorana gittiğimiz zaman ben ona kendi en çok sevdiğim yemeklerini istiyordum. Beş dakika içinde, o “Canım, bunu bitiremiyorum! Sen yer misin?” derdi. Ben, sanki gerçekten istememişim bir sesle, “İstersen ver bana, tokum ama yine de deneyim.” Böyle hem sevdiğim yemeklerinin iki katını yiyebilirdim, hem kızın gözüne girmış oldum.) 

Bize bekon o kadar önemli ki bir laf var, “Bring home the bacon.” Onun Türkçeşi “Bekon eve getirmek” oluyor. Yani ailesinin geçimini sağlamak demek. Bir dilenci için bir gün çevirmen olursan, “Ekmek parası lütfen” “Help me bring home the bacon” olarak çevirebilirsin.

Bu bekona küçük bir tapınak yapsam ne olur? Tanrı çok mu kızar acaba?


Ama Türkiye, kardeşim, Türkiye’nin sebzeleri ve meyveleri mükemmelin ötesi. Nirvana’ya ulaştıktan sonra bunlar cennette sofranda sunuluyor herhalde. Bir Japon arkadaşım var—bizim düğünümüz için İstanbul’a geldi ve buradayken Çanakkale domateslere aşık oldu. Aşık! Bir domatesle evlenebilirdi, o kadar. Her bakkaldan geçtiğimiz zaman bir tanesini alıp, elma gibi şapır şupur yiyordu. Hatta bizim Japonya’ya gittiğimiz zaman tek istediği şey simit ve Türkiye’nin domatesleriydi. Ben bir bavula domatesle doldurdum ama, maalesef gümrükte çalışan adam içeriye götürmeye izin vermedi. Birde beni sitem etti. Ama sitem derken, Japon nezaketle. “Çok özür dilerim, ama siz yasa dışı bir şey yapmışsınız. Söylemek uygun olmayabilir ama gümrük kartında yazıyor. 'Sebze yasak'. Maalesef, biz bitkisel ürünlerini kabul edemeyiz. Kusura bakmayın. Çok affedersiniz.” Benim domates kaçakçı kariyerim ilk teşebbüsümle bitti!  Bu sebzenin (meyvenin?) uğruna nazik nazik hapse atılabilirdim! Ama onur olarak sayardım. Eminim ki o memur domatesin her birisi gizli gizli bitirdi, uluslararası hukuku boş ver, bu domates Çanakaleli!
  
Japonya'nın en lezzetli yabancı damadı
Hem Amerika’ya, Hem Türkiye’ye bir puan

Toplam---2-2
Burada duralım. Maçın ilk yarı sona erdi. Beraber kaldık. Bir sonraki yazımda devam edeceğim. Söz.

Kim kazanacak? Kim en iyisi? Haftaya öğreneceğiz.


2 yorum:

  1. Yazını yine keyifle okudum Jeff, ne güzel yazmışsın. Sana, ah bir de eski domateslerimizi görseydin demek istiyorum:)

    YanıtlaSil
  2. Ah Jülide, bu eski domates gerçekten daha güzelse ben mutlaka yeyip ölerdim--aşırı lezzetten! Teşekkürler--iyisin umarim....

    YanıtlaSil